Züleyha
Prof. Dr. Zekai Özdemir
Ne kadar zordur, birinden bir şey istemek. Ondan da zor bir şey daha var ki “yatağın içinde tek başına ağlamak”. İşte böyle gergin bir günde tanıdı Züleyha’yı.
Züleyha on sekiz yaşlarında oldukça naif, aydınlık veren samimi ve içten bakışlı beyaz tenli biriydi. İlk bakışıyla hemen insanın kalbine işlerdi. Gülümsemesi saf ve masum, oldukça inandırıcı gelirdi. Ağlaması da gülümsemesinden farklı değildi. İnsan en sıkıntılı zamanında ona baksa çocuksu saflığıyla bir ferahlık ortaya saldığını ve yumuşak bakışıyla da onları rahatlatırdı. Onun doğası doğuştan güzeldi. Bu küçük yaşına rağmen nasıl ve nereden öğrendiğini bilmediğim şeyler konuşurdu Züleyha. İşte bir cümlesi; “ahlakî yoksulluk bütün fiziksel acılardan daha acıdır.” Yine devam etti “ahlaki yoksulluk fakirliğin en alt seviyesidir”. Şaşkın şaşkın yüzüne bakmama rağmen içimi huzurla doldurdu, Züleyha ve Züley-ha’nın bu cümleleri. Züleyha ve onun cümlelerinin ilki sıra dışıydı, belli olmuştu. Belli olmuştu Züleyha kendini terk etmiş, Züleyha olma makamına girmişti. Son ve ilk limanı ilk ve son durağı burasıydı. Henüz birkaç cümlesiydi söyledikleri fakat kendi ahlakî yoksulluk acısını sevmiş ve fakirliğine isyan etmemişti. İsyanı ahlakî olduğu için fırtanalar limanını durağını yıkmamıştı.Yürek cezası çekmiş olması Züleyha’yı “Züleyha” yapmıştı. Züleyha’nın her sözü edebiyat, felsefe, din içeriyordu ama edebiyatı edebiyatsız, felsefesi felsefesiz, dini dinsiz gibiydi. Onu nereye oturtacağını bilmemek onun oturduğu yeri tanıtmaktan daha zordu. Terbiyesiyle dava adamı, görüntüsüyle realist, bir yerde olduğunu düşündüğü Züleyha’yı tanımak ve tanıtmak oldukça zor olacaktı. Bu ona ölüm düşüncesinden uzaklaşmak kadar zor geliyordu. Bu ona karanlıkta uyuyan bir kediyi tarif edememenin yüreğinde ziyadeleşen sızısını hatırlattı. Olgun adamların kelamlarını zikreden Züleyha’dan etkilenmemek mümkün değil. Züleyha hem rüya hem dünya gerçeklerini veya sanki “noktanın” sırrına vakıf olmuş onu yaşıyordu. Züleyha rüzgâr satan nesilden kaçmış “noktanın” sırrını çözmüştü. Züleyha noktanın “sonsuzluğuna” nasıl inanmışsa Züleyha isimli “yıldızla” her gece göz göze geldiğini ve onunla konuştuğuna öyle inanırdı. Körlere kılavuz olmuş olanların da kör olduğunu ilk o görmüştü. Onun akılda birinci olmak veya bilgiçlik taslamak gibi bir düşüncesi yoktu. Sadece içinde yaşadığı neslin rüzgâr satmasının önüne geçmek veya havanda su döven nesli kurtarmak istiyordu. O “yıldızının” kıyısına kadar ulaşmış ve işaret parmağıyla onun kaymasının bile önüne geçecek merhaleye ulaşmıştı. Bu insansızlığın son mertebesi mi acaba diye günlerce düşündü. Düşündükçe yıldız büyüdü ve adı dünya oldu; Züleyha’nın Dünyası. Züleyha’nın dünyası akşam işten eve gelince başlar güneş doğup işe gelince biterdi. Alacakaranlıkta o eski evinin karanlık odasına girince yıldızı parmağına konar o sonsuzluk ufkunun noktası olurdu. Gün doğunca onu acı yıkıcı bir duygu sarmalamasına rağmen parmağına bakar yıldızları sayardı. Gündüz kendini misafir sayar gece ise ev sahibi. Gündüz cezaevinde gece özgür. Gündüz iki saati yirmi yıllık ceza almış yaşlı bir mahkum gece iki saatte yirmi yıl yaşamış gibi “genç” hisederdi. Gece sesini karanlıklar ülkesi duyar gündüz sesini saklardı.
Sesin özgürlüğü ve mahkumiyeti hayallerinin özgürlüğü ve mahkumiyeti gibidir dedi içinden. Ve içindeki ses yine bir şey söyledi; ölüm sesin sonsuz özgürlüğüdür. Züleyha’nın makamatı sesler içinde ölmek. Sesinin zincirlendiği duvarları yıkmak, “seyr-i sülük” bir inkılâptı. Issız dik bir yerdi burası. İnkilabın son kalesi burası, inkılabın son ferdi, Züleyha.
Hayatın tekerleği büyüktü ve ağırdı ayrıca onu döndürmek çaba gerektiriyordu. Züleyha bunu başaran ender insanlardan biri olmuştu. Züleyha’yı tanımayan onun aylak bir yaşamı olduğunu düşünürdü. Halbuki o baktığı şeyin ötesine de bakmayı beceren biriydi. Hatta derdi ki “burnunun ucunu görenden uzak ol ve burnunun ucundan uzak olanı görene yakın ol”. Züleyha kutsal çizgiyi aşmıştı. Yanlışların doğrular kadar kıymetli olmasında onun bu özelliğinden geliyordu.
Açık samur kaşları siyahi saçları fındık kadar burnu elamsı ve çocuksu gözleriyle Züleyha meleklerin haclegahına girmiş ve sözleri hayalleriyle değil mistik fırçalarla boyamayı başarmıştı. Sözleri bir meneviş gibi rengârenkti.
Ölüm ve aşkı her devrin kimi mümin kimi mutasavvıf kimi dinsiz derin ruh ve uyanık kafası, düşünmüştür ama Züleyha hepsinden farklı olarak aşk ve ölümü “tatlı ve sükuti bir mezar Saray’ının Sedef kapısı“ olarak görmüştür. Kefen soğukluğunu böylece yendiği için aşk ve ölüm halinde olanların korkusuz kişileri olarak gören Züleyha, gönlünün meşale ışığını bu iki gerçeğe yönlendirmişti.
İçine üflenmiş bütün cümleler ışık gibi ağzından dökülünce etrafını aydınlatıyordu. Görünmez acıları damla damla tadmış gönüllere hikmet dolu dudaklarından döküldükçe tükenmez susamışlık biterdi. Züleyha’nın her cümlesi zindanlara özgürlük ışığı veya hürriyet güneşi girer gibi giriyordu, gönüllere. Saraylar kulübe kulübeler saray oluyordu. Züleyha’nın her sohbetinin sonunun şu cümleyle bitmesine de kimse mana veremiyordu: “Ölürsem sakın bana acımayın dua edin.” Engin denizlerin uğultusu Züleyha’da şiir olmuştu sanki. O kuvvet hududunu bilen biri olmuş ama hiç hududunun sınırlarını aşmıyordu. Öyle ki oturduğunda bir “mermer asaleti” kalktığında bir “Elif” asaleti vardı. Ne demişti ismini hatırlamadığı edebiyatçı; “buğdayın nimet olması için iki taş altında ezilmeli lazım geldiği gibi. İyi bir istidadın büyük şair olması için de ızdırap değirmeninin çarklarından geçmesi gerekir”. İşte Züleyha’nın cümlelerinin sırrını çözen cümle buydu. Cümle tekkede halvet değirmeninden geçmiş “nimet veya un” olmuş. Züleyha’nın cezbesi cümlelerinde gizli. Ruh ürpertisinin seviyesi öyle kemal seviyeye ulaşmıştı ki önce Züleyha terbiye olmuş ve sonra Züleyha terbiye etmeye başlamış. Yani Züleyha amber nasıl ateşe düşmeden koku vermezse Züleyha’da halvete girmese koku veremezdi. Züleyha’nın tekkede “hal” minberde “kal” ehli olması bundandı.
Ve Züleyha birden gözlerini kapattı, tekkenin duvarlarındaki yazıyı gönül gözüyle okumaya başladı: “Akdeniz'in üstüne bahar rüzgârı Ege'den gelirken, Karadeniz bu muhteşem manzarayı yukardan Seyir ediyordu. Bu manzara meyus bir yalan değil aksine yegane bir hakikatti. Fecrin pembe nazarları Ufuk'tan ufuğa sonsuzluktan sonsuzluğa buradan süzülüyordu. Baharın hatta mevsimlerin inkılap merkezi bu üç deniz ve bu üç denizden geceleri gelen muharrik rüzgârlardı. Mevsimlerin hüsnünün en gizli en mahrem yönleri bu üç denize gizlenmişti. Bu hakikat, doğanın bu üç denize bila-sebep verdiği mükafatın kıymetinin kendisiydi. Burada esen rüzgârlar denizin Füsun-ı ruhlarıydı. Denize vuran bedii ve vazıh güneş bile bu Füsun-i ruhun eseriydi. Tabiat-i alemin bütün perileri güzelliklerini bu esrarlı denizlerin gölgesinden almışlardır. O dünyaya yayılan türlü türlü çiçek kokuları nereden ve nasıl gelirdi; bu denizlerden bu rüzgârlardan. Tıpkı sulu boya resmî levhası gibi fakat kokusu olan bir resim levhasıydı. Saf ve mavi bir sema saf ve mavi bir deniz bu rüzgârların eseriydi. Karşı sahil sanki yoktu gök ve Deniz birleşmişti. Hatta denizin mavisi göğün yansımasıydı. Bahara ve hayata dargın olmayanların mekânıydı burası. Manzara ne uzak bir hayal ne de görülmez bir hülya idi, manzara gerçek, manzara hakikatti. Manzara muhteşem bir levent endamıyla süzülüyordu ki gören hayran oluyordu. Üç deniz gözleri kamaştıran tabiatın tek incisiydi. Denize akseden güneş bile bir başka âlemlere hatta ayrı hülyalara dalmış gibiydi. Rüzgâr, odaların gölgesine görünmez hayaletler, yosunumsu kokular getirirken oda sakinleri bunları denizin kahkahası sanıyorlardı”.
Züleyha kapalı gözlerini şöminen başındaki yazıya çevirdi; “İnsan sevdiği denizin fırtınasını da göğüsler" diye bir şey okumuştum. İnsan sevince dev dalgasında boğulmayı bile arzulayabiliyor o denizin. Başını, sonunu düşünemeyecek kadar ikna oluyorsun onun seni asla dibine çekmeyeceğine. Denize doğru bakmaya korkarken bile.
20000 küsür gün. Seni sen yapan ne varsa şimdi beni benden alan, binlerce günün birikimi. Çok azına şahit olmanın hüznü, bir yerden başlamış olmanın heyecanı ve bundan sonraki her 365 günün sıfır noktasında yanında olmanın umuduyla yazıyorum.
Her halini biriktirmeye çalışıyorum. Yarın olmaz belki korkusuyla içime işlediğim neyin varsa her gece kazıyarak üstünden geçiyorum. Her şeyin çözümü bir şekilde senin yollarına saklanmış gibi, bin antidepresandan daha etkili senin sesin. Herkesin çok büyük bir hediyesi vardır bu hayatta, benimki sensin. Ve iyi ki sen'sin.
Senden hiçbir şey istemiyorum demiştim. Yalan söyledim sevgilim özür dilerim. Arabanla yokuş çıkarken düşmesin diye anahtarlarına uzattığın elin olmak istiyorum. Sadece rahat hissettiğin ortamlarda attığın o kahkaha olmak istiyorum. Beni ilgiyle dinlerkenki mimiklerin, kitap okurkenki ciddiyetin, çok sevdiğin kadehin, yazdığın kitaplar, gezdiğin şehirler, dinlediğin şarkılar, güldüğün filmler... Çok isterdim gerçekten. Düşünsene evinin sokağının köşesindeki ağaç, her sabah yüzünün bin bir türlü güzelliğine şahit.
Biliyorum senin için hiç kolay bir şey değil bu. Birinin seni kendi dünyandan çekip yabancı bir hayata dahil etmek istemesi. Hiç alışkın olduğun bir şey değil. Ne kadar uğraşsam, çabalasam da hissettirmemek için beceremezdim, beceremedim. Elbet olacak ters bir şeyler, ben düzelttikçe sen bozacaksın, sen inşa ettikçe ben yıkacağım. Olur çünkü bunlar, biliyorsun. Nedeni, malum. Geçer ama. Sen benim ellerimden tuttukça diğer her şey lafügüzaf.
Sana söz veriyorum. Onurun, gururun, şerefin ve şahsiyetine leke sürecek en ufak eylemim olmayacak. Senin rahatını bozacak, seni düşündürecek ya da üzecek her şeyin karşısında olacağım, söz”. Hayatımın geri kalan her gününü seni gururlandırmaya çalışarak geçirebilirim. Senin mutlu oluşun, gülümsemen hayatımın en değerli hediyesi.
Ömrümün gümüş çivisi, sevgilim. Kollarında anne kucağı güveni var. Hayatımın sonuna kadar o kolların bana sarılmış bir şekilde uyuyabilirim.
Yarın ne getirecek bilmiyorum. Seni bana getiren düne şükürler olsun. Güzel kalbin nerde mutluysa hep orda atsın isterim. Verdiğin her nefes, kıymetini en çok bilenin boynuna çarpsın.
Beni dünyanın en mutlu kadını yaptığın için teşekkür ederim. Her ihtiyaç duyduğumda yanımda olduğun için, gereksiz dertlerime çözüm aradığın için, en yakın arkadaşım, sevgilim olduğun için... Beni sevdiğin için teşekkür ederim. Seni çok seviyorum her şeyim.
Züleyha bu mektubu okuyunca gözlerini açtı ve arkasını döndü odadan çıkmak için. Kapıya elini uzattı ve tam açacaktı ki, kapının üzerinde şu cevabi mektubu okudu: “Çok hoş çok güzel çok anlamlı.bu yazıya sevgim saygım vicdanım merhametim layık ama yaşım layık değil. Ben demiştim bende mevsim kış. Hatta kış bile değil güz, zemheri. Sende bahar. Bu yazıyı baharda olan birine yazsaydın hem çiçeğe hem meyveye dururdu hâlbuki bende kurumuş dallarda sallanan buz olur.
Demiştim ben gamlı Hazan’ım diye yinede teşekkür ederim. Seni de tebrik ederim böyle güzel dolu dolu duygularını ifade etme kabiliyetin olduğu için . Benim de artık duvara asılacak bir yazım var.
Böyle bir duygu dolu mektubu yirmi yaşında almak isterdim ve yine böyle manalı ve hazine dolu yazının yirmi yaşında birine yazılmasını isterdim. Heyhat bende mevsim geç bile değil bitti.
En olunmaz günde en olunmaz zamanda karşılaştık. Senin bundan sonra evin köşesindeki ağacın gölgesinde değil mezarımın köşesindeki ağacın gölgesinde beni bekler görmek beni daha çok üzer. Ölümüme ölüm katar. Ben beklenecek çağı geçtim sen ise çiçeğin meyve vereceği anı her dem sabırla bekleyecek yaştasın.
Asıl ben sana minnettarım unuttuklarımı değil yaşamadıklarımı yaşattığın için. Ve ben senden habersiz her gün ağladım. İçim kendim için yandı senin için yanıyor. İçim kendim için acıdı senin için acıyor.
Senle her zaman kahve içmeye varım. Hem de artık sert olsun diye filtre kahve bile içerim. Sen yiğit yüreklisin hem antideptesyon ilacına hem benim sesime ihtiyaç duymadan yaşarsın yaşatırsın. Haaa zaten sen sessizliği ve yalnızlığı seversin ben gibi (birde ben senden farklı olarak kimsesizliği severim bilirsin. Yılların sonucu bu) o nedenle benim sesimin sana testere gıcırtılı olmasını istemem.
Böyle bir mektup alacağımı bilseydim ilgiliye mektupları yayınlamaz beklerdim arka kapağına bunu bastırırdım. Yani son kapağa. Senin daha ön sayfaya yazacağın mektupların olacak ama benim... Ben bu tarz yazılar yazacağın için o divit kalemi verdim.
Huzur sende mutluluk sende başarı sende güneş sende aydınlık sende kalsın gerisi karanlık odam kimsesizliğim yalnızlığım gecedeki ay ve gölgesi olmayan ağaç bende kalsın. Korkma korkmam bunlardan... Demiştim sana öykü yazacağım diye galiba başladım...”
Züleyha’nın yetiştiği metafizik kaynakların ilk basamağı bu mektuplar olmuştu. Bu mektuplara tesadüfen değil kaderinin getirdiğine inandı ve dergaha kendini attı ve Züleyha oldu.. Dergahta kaldığı her gün bu mektubu kim kime yazmıştı buna ulaşmayı hedeflerken kendi ayrı bir “aleme” girmişti ki bunu da zamanla fark etti. Zamanla “Han Duvarlar”ından tekke duvarlarına ulaştı. Nihayet odadan çıktı ve bir dervişan karşıladı. Dervişanın ilk cümlesi şu oldu: bu duvar mektuplarını okudun şimdi söyle bakalım; insan insana aşık olmadan Allah’a aşık olabilir mi? Züleyha başını önüne eğdi ve sustu.
İşte halvete girdiği ilk gün böyle başladı.Ve sonra ki günlerde öğrendi ki tekkeye gelen ilk bu odaya girermiş. Züleyha o günden sonra her sabah namazından sonra bu odaya gelir bu mektupları okur ve odasına çekilirdi. Tam kırk gün devam etti ve her gün bu mektuplarla seyr-i sülük yapardı. Yine öyle bir günde bu odada uyumuş kalmıştı ve rüyasında bu mektupları yazanlar olduğunu söyleyen bizleri irşat eden babaları doğuran anneleri gördü ve onlarla şu sohbeti yaptı, rüyasında:
Üç Nefeslik Oyun
Uzun zamandır yazamıyordu. Nedeni, havaların sıcaklığı mı yoksa beyninin soğukluğumu bilemiyordu ama bildiği tek şey var yazmadığı veya yazamadığı bu süreçte, saadetin en parlak ve en solgun renklerini birlikte yaşamış olduğudur. Bir koluna kalbini (anjiyolu) diğer koluna beynini aldı ve sanki bu zaman diliminde bir düğün bir de ölüm merasimini yaşamış gibiydi. Allahın huzurunda öyle bir minnet ve şükranla eğiliyordu ki anlatmak imkansızdı; fakat hem kalbi hem beyni karışık olduğu için bahtiyarlığın zirvesine bir türlü tırmanamıyordu. İstikbalden şüphe ediyor ama aşkının taşmasıyla da ümit ve coşkuyla yaşıyordu. Son iki ayın rehavetli rehavetli kokan bahçedeki yorgun çiçek kokularını hem unutuyor hem de burnunun dibindeymiş gibi bir hal, bir ruh içinde kalıyordu. İçine öyle ölüm korkuları öyle aşk ışıkları girip çıkıyordu ki, bu nedenle bir sükun bulamıyordu. Beynine doğacak minimini fikirlerin tekmelediğini fark ettiğinde mutlu fakat fikirlerin bilinmezliği onu hayretlere gark ediyordu. Biliyordu ve inanıyordu ki "Bütün fikirler Allah'ın meyveleridir." Buhran ve doğum anı gelince katlanılması çok zor olan acılar ruhunu sarar, ağrılar içinde kıvranırdı. Fikrin doğum anında kendini rüyadaymış gibi hissederken, buhran anından tükenmişlik sendromuna düşerdi. Dahası fikrin doğum sancısı cezaevinde bitmesi beklenen zamanın acısı, buhran anında yine cezaevinde biten zaman'ın zevkini verir gibiydi. Bu ne yaman çelişki, bu ne çözülmez bilmece. Sırrı çözülmemiş "zaman" bu olsa gerekti.
"İnsan oğlunun ilk defteri olan gönüle, insan oğlunun ilk kitabı olan beyninin de olanları yazıyor ve ilk ışığı olan gözleriyle âleme yaydığını" bir yerlerde okuduğu günden beri şaşkındı. Ve o günden beri okuyup ve yazmak ülküsü oldu. Bu ülkü güneşin ilk ışıklarını dünyaya her gün vurması gibi bir şeydi. Yazarken mutlu, yazarken ağlamaklı; bu nasıl bir ülküdür, bilinmez. Onun için yazmak bir âlem, âlem ise bir yazmaktı. Yazınca her harf bir bebeğin küçük parmağı, saçlarının bir teli olur ve cümle ortaya çıkınca çocuğun boynundan gelen süt kokusu sarar her yeri. Bu ne mübarek bir kokudur, bilirsin. Yazı bitince ve yazdıklarını okumaya başlayınca bir annenin bebeğini içine alması gibi sevinç kaplar, insanı. Tıpkı bir anne ile yavrusu arasında kurulan bağ gibi bir bağla yazılarını okur, yazar. Yazarın kalemi havaya kaldırılan kılıç gibi korkusuz fakat harp meydanındaki topun ağzına bir gül bombası koyacak şekilde de sevgi yüklü olmalı. Cümleler bir güzelin kirpiklerine konmuş ay ışığı gibi olmalı. Hatta her kelime gümüş renkli bulutların zambak beyazına dönüştüğü gibi ak olmalı. Sayfalar dut ağacına konmuş bülbül gibi olmalı ve çiçekler gibi sessiz sessiz anlatmalı, anlatacağını. Bazen incecik akan dere suyu bazen çağlayıp akan şelale gibi olmalı. Bulutun içine gizlenen su damlası gibi şefkat kelimelerin hatta harflerin içine gizlenmeli. Havana’nın yaprak cıgarasının renginde hatta kokusunda olmalı. Öyküler romanlar ve şiirler iki ayaküstünde dik durmalı, başlarını eğmemeli. Yazar bunları yapamayacağı ruh haletinde olunca yazamaz ki... İşte günlerdir yazamamasının nedenini bulmuştu. Hayali ile rüyası arasındaki perdeyi bu gün yırttı. Hayatla oyun oynarken hayatında kendiyle oyun oynadığını anladı ve tiyatrosunu yazmaya karar verdi. Üç perdelik bir oyun olacak, birinci perde doğum, ikinci perde aşk, üçüncü perde ölüm ve oyununun adı "hayat" olacak. Yoksa "bir nefeslik oyun" mu olsun diye çok düşündü fakat uzun isimleri sevmediği için vazgeçti.
Birinci perde; Doğum
Gök alabildiğine gri. Yağmur sert. Odanın içerisinde lohusa bir hanımın sancısı dışarıdaki yağmur kadar sert. Ve dudaklarında bir kelime; yavrum.
İçinde bir korku vardı o da yavrusunun nasıl olacağını meraktan geliyordu. Fakat o meçhul canının karnına tekme vurduğu zamanki duyduğu manevi hazzı bir kadının hiç bir zaman ve mekânda duyma ihtimali yoktur. Zaten anne olmak o ilk tekmeyi duyduğun an başlar ve ebediyete kadar gider.
Doğum anı geldiği an, içinde ta derinlerde gizlenmiş öyle kuvvetler gelir ki bütün ağrıların işkencesini götürür. "Tanrı kudreti" denir buna. Biliyor musun ilk tekme karnına geldikten sonra o bilinmez yüzle konuşmaya başlarsın. Sen ona yavrum dersin o sana suda beni koruyan "Koruyucu meleğim" der, sanki. Bu garip hâleti ruhiye de sanki başına çiçeklerden çelenkler konar ve sen o çiçeklerin rayihasıyla kendinden geçersin.
Onun vücuttan ayrılış anı ruhun vücuttan ayrılış anına benzeyen sancıya benzer bir sancı verir fakat tek farkı var, o da şudur; ikincide bir can giderken birincide bir can gelir. Doğum sancısını unutturan tek şey onun ağlayan sesidir. O an "cenneti ayaklarının" altında hissedersin. Hele bir de yüzünü gördüğün an yok mu, hakkın didarını görmüş gibi his sarar içini. Ve sonra süt kokusu; misk amber kokusu. O emerken sır perden açılır ve bir ses duyarsın; o sana anne der, sen ona meleğim dersin. Çünkü etrafını meleklerin nasıl sardığını o an fark edersin.
Bir de şu var, o emmeye başladığı an sanki biberin beyninde bıraktığı acıyı dilinde bıraktığı tadı, zevki yaşarsın. Bedenin acıyla, ruhun zevkle dolar. O an bebeğim dersin ve sımsıkı sarılır koklarsın ve acıdan zevke giden bu yol senin onun için ömrünce süreceğin yol olur. O sadece sütünü emmez; kanını emer, aklını emer, zekânı emer, edebini emer, terbiyeni emer. O senin bir uhrevi hazine olduğunu bilir ve acıktıkça saldırır, saldırdıkça o mayaların süt olur, kan olur, edep olur, zeka olur. Dokuz ay karnında taşıyıp ne olduğunu anlamadığının dokuz günde sırrına vakıf olmak, anlatılmaz bir ürperti. Tanrı'ya o kadar yakın olduğunu, o an anlarsın. O emerken seni Tanrı’ya götüren sütten bir köprüyü melekler kurar. O uyurken meleklerle nasıl sohbet ettiğini görürsün ve cennet dahi senin için bir hiç olur. O ağladığında onu canına, canını ona sokmak istersin. Seni ebedi annelik zevkine kavuşturan adama Tanrısal bir duyguyla yaklaşmanın nasıl bir şey olduğunu ancak bir anne bilir. Şimdi annemin babama yiğidim aslanım diyerek niçin ağladığını anlıyorum.
Anne olunca insan, konuya komşuya değil dağlara taşlara haber uçurtmak ister.
Anne ile yavru arasında her gün oynaşmalarla cilvelerle dolu yeni bağlar kuruluyor ve sen o büyüdükçe kendinin de büyüdüğünü anlarsın. Sonra da Allah'ın büyüklüğünü anlar sen küçülürsün. Bebeğinin bakışları tebessümleri annenin ruhuna işler. O nedenle annelik sevgisinin dur durağı olmaz. Aşkın biter ama yavru aşkı attıkça artar, büyüdükçe büyür. Zaten aşk böyle doğar ve böyle gelişir, bebeğe de böyle geçer. İrsi değildir aşk fakat anadan yavruya, yavrudan anaya görünmez bir yolla geçer. Bebek doğduğundan öldüğü ana kadar "ana" merkezli yaşar. Örnek mi, işte; top oynarken düşse diz kapağı kanasa ilk sözü "oy ana”mdır. Tesadüfen sol göğsünün altına bir kurşun isabet etse "yandım anam" der. Annesi hastalansa hastaneye götürse, elinden bir şey gelmediği için annesinin halini görüp, "canım anam" der. Hatta annesinin ay yüzünü gördüğü ilk gün;
"Annelerin en medârı anne
Görmek seni ukbada oldu Mukadder" der. (Laedri) Bebek uyurken annenin onu izlemesi ne kadar ibadet ise, anne yaşlanıp bebek gibi olunca yavrusunun onu seyre dalması da o kadar ibadettir. Her doğum anında âleme yayılan ışık bu ibadetin ışığıdır. Bu nedenle âlem her an aydınlıktır. Velhasıl her doğum âlemin ışığıdır.
Duamızdır; hem ana hem yavru uyurken yüzlerindeki masumiyet ve saflığı görmeği, her anaya her evlada Allah nasip etsin. Velhasıl, annelik kadınlara mahsus bir ilimdir.
İkinci perde; Aşk
Aşk, a-ş-k harflerinden oluşan üç harfli bir kelâmdır (asla kelime değildir). Dikkatle düşünülürse, ş ve k harflerin bulunduğu her kelime sevgi, neşe ve güzelliği ifade eder. (Meşk, Şevk, mâşuk) Yalnız bir kelime var ki bu harflerden oluşur fakat biraz insana can sıkıntısı verir. Buna rağmen o kelimenin de ilginç bir güzelliği de yok değil. Kelime "Eşek." Anırması iğrençtir ama gözleri başka güzeldir. "Eşek gözlü" bir sevgiliye kim aşık olmak istemez. Baygın bakışlı olan bu göze dikkatle bakan kişi o gözün sahibinin kendine aşık olduğu sanır ve ona aşık olur. (Bir not: yeşil veya mavi gözlü çok hayvan vardır ama yeşil ve mavi gözlü eşek yoktur. Bu Hikmetin nedeni de bilinmez.)
Aşk iki siyah ateş parçası gözün birbirine bakması değil, bakmadan yüreklerinde bir merhamet bir şefkat ateşinin sıcaklığının his edilmesidir. Git benim için "öl" diyen değil git benim için "yaşa" diyen gözleri görebilmektir, aşk.
Aşkın letafeti esrarındadır, ne kadın da ne erkektedir. Aşk bir terbiye ilmidir ve o nedenle kadın ve erkeğe kişilik kazandırır. İki genç birbirine âşık olmuş ise, biri diğeri yanındaymış gibi edeple davranır. Yemeğini onunla yer gibi, sohbeti, onunda bulunduğu bir ortammış gibi yapar. Zamanla bütün eylem, davranış ve fikirleri artık kendinin özgün hali gibi olur ki, işte aşk böyle bir terbiye ilmidir. Aşkın en son makamında ise Allah benim yanımda diye düşünür ve ibadet ve taatını öyle yapar.
Zerafetli bir aşkı, dil söylemez ruh söyler. Ruhun söylemediği aşk da aşk değildir. Sadece evli bir karı-kocadır. Hayallerini ruhlarına bağlayana "aşık ile mâşuk" denir. Aşktan alınan güçle olmak saadet verir insana. Ruhun yücelmiş makamıdır aşk. Yüceliğe ulaşan incitir mi, âlemi?
Aşk eylemlerin güzelliğini duyguyla hercümerç etmektir. Asalet kazanmış asilliktir. Aşk, ölçülemeyen ruhun sonsuzluğudur. Yani sonsuzluk, sonsuzlukla birleşir.
Evlilikte aşk ise şöyle hikaye edilebilinir...
Bir itirafı vardı; o doğunca kendini mukaddes yapan kocasına âşık oldu. Kadının kalbindeki aşkı evlat doğururmuş onu anladı. Artık kocasının yüzüne yavrusunun ona baktığı gibi bakıyor, yavrusunun ona sarıldığı gibi sarılıyordu. Bir bebeğin anneye aşkı öğrettiğini şimdi anlıyordu. Dahası bebek o gün annesine "kalp şiiri"ni öğretir. Bir bebek dünya'ya gelince evren, o gün ve o an yeniden doğar. Bebek dünya olurken, dünya da o gün ve o an "bebek" olur. Dünya'nın aşk üzre yaratıldığının her salise yeniden yaratıldığının kanıtıdır.
İşte aşk üzre yaratılan dünya işte böyle bir şeydir. Ne demişti şair;
Âlemde ne var ki aşktan özge
Beyhude nefes tüketme şair
Bitmez diye sarıldığın şu ömür
Sade bir fasıldır aşka dair.
(Beşir Ayvazoğlu)
Kısaca aşk, "âlemin canıdır" demek istemiş şair. Bu manada aşk tanrıyı "bir-le-mektir." Aşk yarası o nedenle yüzde değil gönüldedir. Aşk virane olan, yıkılan, kırılan ve harap olan gönül'e hoş nazarla bakma sanatıdır.
Güzellik ile aşk; hüsn ile aşk; Cemal ile Kemal, evrenin veya mevcudatın sebebi, muhabbet olan hüsün ve ihsan ve kemal, Bâki-i Hakiki'nin hüsün ve ihsan ve kemalatının işareti ve çok perdeleri değil midir?
Aşkın gönülde bıraktığı tek şey var ki, oda bahtiyarlıktır. Âşık olup da güzelleşmeyen, âşık olup da bahtiyar olmayan var mı acaba?
Öyle dememiş miydi Hz Mevlana; "Aşıkın aşkını aşk öldürür." Aşkın coşkusu tükenmez bir kaynaktan gelir.
Zayıf kulların aşkı değişir ama evliyalar "tek"e aşık olurlar ve asla değiştirmezler. Aşka düşeninin bütün vücudu ay gibi parlar ve "ruh" olur. Âşık ruhlar âleminde yaşar artık, dünyada değil.
Üçüncü Perde
"Oyun" yeter; ölüm.
Son nefes, ölüm. Doğum sancısı gibidir, ruhun çıkışı. Önce boğazdan sonra göğüsten, bacaklardan ve ayağının altından sanki dikenli bir tele sarılmış pamuk yünü çekiliyormuş gibi hisle ateş gibi, "har" gibi, "kor" gibi ruh çıkar. Ruh çıkarken, için yanar. O an şeytan elinde bir bardak su ile karşında durur. Gönül perden açılır. Hem şeytanı görürsün hem Azrail'i, Azrail ruhunu çekerken şeytan fırsatı kaçırmayıp gelmiştir. Şeytan bu, şeytanlığını yapacak. O kadar suyu çalkayacak, iyice tahrik edecek. Onun o an ki oyununu kestirmek imkânsız. Sen şeytan ve Azrail'i gördüğün an "hey hat!" diyeceksin ama iş işten geçmiş olacak. Şeytan kendi diliyle konuşmaya başlayacak; ver imanını al suyunu. İşte o an ya oğlunun ya kızının, ya kocanın, ya karının elinde su dolu kaşık dudağına değecek, başını çevirip sevgi dolu gözlerle kızına, oğluna bakacaksın. Gönül kulağına bir ses duyacaksın: "Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Abdühü ve Resulühü." Dilinle söyleyemesen de gönlün söyleyecek. Bir an gelecek melekleri görmeyecek, ağlama sesi duyamayacaksın. "Galiba bizim evde biri öldü" diye ruhun evin içinde dolanırken bunu düşünecek. Dışarıda en yakın camide ki, bu cami ölenin gittiği camidir, sala okunur ve ölenin ismi okunur. İsmi okunmasına rağmen, halen kendinin öldüğüne inanmaz. Kapının önünde bir ateş yakılacak ve daha önce çamaşır yıkamak için kullanılan kazan suyla doldurulup ateşin üzerine konacak. Bu olaya "suyun kaynadı" denir, hatırlarsan. Suyun buharı yükselirken eş, dost, konu komşu gelir duvarın bir köşesine bir perde çekilir. Ölenin vücudu teneşir tahtasına konur. Ölen erkek ise oğulları, kadın ise kızları ayağına üç kez maşrapayla su döker ve eliyle yıkar. Bu bir helallik alma usulüdür. Sonra bembeyaz bir elbise giyindirir ki, bu damatlık gibi gelinlik gibi bir kez giyinilir; kefen. Tabut getirilir ve ölen içine konur. Üstü kapatılır. Kadın ise ölen, tabutun baş tarafına bir başörtüsü çekilir. Omuzlara alınırken imam efendi hane halkından ve komşulardan helallik alır. Cenaze seğmeni tıpkı düğün seğmeni gibi camiye doğru yol alır. Ölenin en yakınının koluna en yakın dostları girer ki hem düşmesin hem de yolda cenazeyi görenler, cenaze sahiplerini görüp ölenin kim olduğu bilsinler. Cenaze geçerken şayet yolda oturanlar varsa hepsi cenazeye saygıdan ayağa kalkar, içinden dua eder ve cenaze önünden geçince tekrar otururlar. (Bunlar kalmadı dediğinizi duyar gibiyim)
Her ne kadar şair Şahin Uçar "yaşarken bilinmez kıymet, ölünce taşa hürmet ederiz" dese de camiye kadar el üstünde getirilir. Musallaya konur ve genellikle ilkinde namazından sonra cenaze namazı kılınır. Tekrar helallik alınır ve kabristan yolu tutulur. Cenaze, kıble tarafından kabre konur. Sağ tarafı üzerine kıbleye döndürülür. Bağı varsa çözülür. Sırt üstü yatırılmaz. Cenazeyi kabre koyanlar, "Bismillahi ve âlâ milleti Resûlillâh" (Yüce Allah'ın ismi ile Resû-lullah'ın milleti (dini) üzerine seni gömüyoruz) derler. Üzerinde hışımla yürünen toprağın bağrına usulca konur. O ana kadar öldüğünden haberi olmayan, başı tahta yastığa konup kürekle toprak atılınca; "Eyvah ben ölmüşüm!" der. Îmâm efendi "telkin" verir ve mezarın başından ayrılır. Cenaze sahipleri taziyeleri kabul eder ve kuran okumak ve helva yemek için eve gidilir. O an mezarın başına biri gelir, hani âşık olursun da alamazsın ya, hani yarım kalmıştır ya, ağlar dua eder, bir tutam çiçek bırakır mezara ve gider. İşte bu an en unutulmaz andır. Mezara konduktan sonra olanlar, bir sırr-ı ekberdir, bilinmez.
Ölüm gecesi, kendisi kendisinden azat olur. Hakikat özgürlüğü o gece başlar. Bu özgürlük ruh özgürlüğüdür. Burada ruh bedenden ayrılırken beden sararır ama ruh ak pak üzre beyaz bir nurla sahibine koşar.
Günahlar ve sevaplarınla orada yüzleşeceksin. Sonra keşke sevaplarından değil günahlarımdan daha çok Allah'ı, peygamberi ve Kur'ân'ı sevseydim diyeceksin.
Ölümü asûde bir bahar ülkesi yapan Yahya Kemal'e ne demeli.Ya "tabutu" sessiz gemiye benzeten;
“Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden"
aynı şaire ne demeli. Şunu demeli; şair öldü, şiiri ölü-mü yaşatıyor, bakın.
Bakın şair bile diyor; "sıhhat ve ganimet bulmak için seyahat edin." Ölüm de seyahat değil mi, cennet de ganimet değil mi?
Hele bir de "mezarlarında bile bir bahar var" diyen Sezai Karakoç'a ne demeli. Seher kuşları ve gece kuşları öter de baharistan olmaz mı, kabristan. Bütün ruh kokularının koktuğu bahçe, kabristan.
Kabristan âşıkların gıdası ve safa bahçesidir. İtalyan sanatkâr bile "Hiç bir eserim yok ki içinde aşk ve ölüm olmasın" diyerek, her şairin, her ressamın, eserlerinin ilham kaynağı veya kaynak suyu olan aşk ve ölüm olmuştur.
Evrenin var olduğu günden beri ölümün sebebi araştırılmıştır. Cevap kanser, kurşun, trafik kazası, böbrek yetmezliği vs. ler olmuştur. Hayır hepsi yalan. Ölümün tek bir nedeni vardır, oda, "doğmaktır". Ölüm, aklın, naklî ilimden ayrılmasıdır. Belki delilik, belki aşktır, bu da.
Hangi misafir oturarak karşılanır ki, ölüm de oturarak veya yatakta karşılansın. Ölümü ayakta karşılamalı ve hoş geldin ey "vuslat" demeli, insan. Mezar, Allah'ın gayret tepesidir. Orada seyrü sülük tamamlanır. Buradaki seyrü sülük başlangıcı olmayan başlangıç, sonu olmayan son yolculuktur.
Güneşin sıcağının yaktığı günler bitmesine rağmen, mezarının gölge olmasını isteyen insana da hak vermeli, değil mi? O bilir, "Şems-i Tebriz’e" komşu olduğunu, o nedenle gölge arar.
Öyle demişti kâinatın sahibi, "Her nefis ölümü tadacaktır." Ölümün demek ki bir tadı var ve "Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü peygamber."
İşte bu nedenle, her ölüm güzeldir. Güzellik aşktır. O halde ölüm aşktır. Mevlana da "düğün gecesi" demişti, ölüme. Ölüm de aşk gibi, sonsuzluğun sonsuzluktur.
Uyandı ve gördüklerini sevdiğinin verdiği divitle gördüğü rüyayı yazdı.
Züleyha mistik ve vakur karışımı olarak kendi içinden çıkıp kendi olmuştu. Matematik zamandan Halvet zamanına geçen günbatımı ve gündönümü renkleri gönül gözünde yansıyan biriydi artık. Hal içre hal kal içre kal ehli Züleyha eşyada yaşamaktan kurtulmuş eşyanın kendinde yaşanmasına şahit olan özgür ruha erişmişti. Onda zaman ve mekan birleşmiş “ebediliğe” dönüşmüştü.
Genç yaşta girdiği tekkeden atmış üç yaşında yazdıkları münzevi kadın gemisini kara vurmak üzere olanlara bıraktığı bu risale yalnız ve vakur bir “Matmazel Noraliya” değil sadece deniz feneriydi. Kendini bir nesle adamış başka bir yalnız olarak tekkenin mezarlığının en köşesinde uyanmış halde uyuyor. O’nun mezar kapısını hangi ikbal hangi şöhret çalabilir ki? Buna kim cesaret edebilir ki? Mezar taşında sadece “Rabia Hatun” yazılmış bu yetmez mi? O bir neslin kadını olmaktan bile çıkmış kendi mefkureci yalnızlığında nesillerin kadını olmuş. Züleyha sanki bu risalesiyle elinde kalemiyle gezen “Hızır”dı. Aziz bir ölünün hatıralarını okumak kimi etkilemez ki?
Yorumlar
Yorum Gönder