Çikolatalı Gofret ile Talat
Mehmet Dikkaya
Tam ortalarına bırakılan yemi yutmak için eşit koşullarda olmalarına rağmen iki kurbağadan semiz olanının sergilediği arsız tavrı izlerken yine geçmiş yıllara gittim. Arsız olanı, daha mütevazi kurbağa henüz ağzını açmadan tam ortalarına bırakılan yemi midesine indiriveriyordu. Ortada bir adaletsilik olduğu açıktı. Çoğunlukla vicdanları kanatan şey de tarih boyunca adalet konusunda yaşanan sorunlar olmuştur. "Küfür devam eder ama zulüm (adaletsizlik) devam etmez" sözü bu minvalde kutsal bir miras olarak yüzyıllardır dilden dile dolanır durur.Henüz yerli sanayi ürünlerinin halka ulaşamadığı ilkokul yıllları idi. Yerli ürün derken, bir çocuğun tornavida veya matkap ihtiyacını falan kastediyor değilim elbette. Basit gıda ürünleriydi bunlar. Düz bir çikolatalı gofret veya o zamanın koşullarında bir çocuk için ulaşılması çok zor sıradan bir çikolata idi örneğin hayalleri süsleyen.
Derslerde de bu örneği veririm sık sık. Türkiye ekonomisi derslerinde. 1980 öncesi dönem ile seksen sonrası yılları refah açısından karşılaştırırken aklıma hep çocukluk hayallerimi süsleyen "çikolatalı gofrete" bir türlü ulaşamama örneği gelir. Öyle çok lezzetli bir şey olduğundan falan da değil, sadece tüketme esnasında ortaya saçılan çıtırtı sesinin uyardığı meraktan kaynaklanabilir bu özlem. Tıpkı ergenlerin karşı cinse dair meraklarının neden olduğu kontrol edilmesi zor duygulara da bezetilebilir bu hal.
Tuhaf bir benzetme olarak görülebilir belki bu ama "çikolatalı gofret" bir türlü vuslata eremeyeceğimi düşündüğüm sevgili gibiydi benim için çocukluk yıllarımda.
Fatih ve Barbaros kardeşler ile yollarını arşınlardık Alparslan İlkokulu'nun. Belki, mahallemizin iki Kürt ailesinden birisinin oğlu olan rahmetli Yunus da bize eşlik ederdi. İyi çocuklardık. Sabah erkenden okulun yolunu tutar, öğleyin eve döner, sonra ver elini Keloğlan'ın tarlası. Ekmeğin arasına bir kaç tane zeytin bulup katık yapabilmişsem hızlıca atıştırır ve top oynamak için şimdi yerinden yellerin estiği yandaki boş tarlaya dalardık.
Bir kuru kavağımız vardı tarlanın ortasında. Çok ihtişamlı olmalıydı eskiden ama birileri yakmıştı ortasından ve kurumuştu gariban ağaç. Belki de o zamanlar bizim için şanlı geçmişimizi ve hali hazırda yaşadığımız garibanlığı temsil etmesi yönüyle değerliydi. Hemen altındaki çalıların etrafını otlarla kapatır kendimize yuva yapardık. Çocuksu duygular içerisinde kendimizce bütün mafyatik (!) faaliyetlerimizi oradan örgütlerdik. Hepsi masumcaydı elbette. Merhamet duygularının yeterince gelişmediği o zamanlarda kuş avlama, sonra getirip orada pişirme gibi yeni nesillerin anlam veremeyeceği örgütsel (!) faaliyetlerdi bunlar.
Neyse, kuru kavaktan çalılığa, oradan başka dünyalara dalmadan çikolatalı gofret ve iki kurbağanın yemi paylaşmalarından zuhur eden adaletsizlik bağlamında Talat mevzuuna geri dönelim...
Fatih ve Barbaros'un babaları memurdu ve düzenli gelirleri vardı. O dönemin kralı sayılan memurların çocukları da haliyle haftalık düzenlik harçlık alabiliyordu babalarından. Bende ise ne baba var dünyada ne de düzenli bir harçlık alabileceğim başka birisi duruyor ardımda...
Her cuma okul çıkışında Fatih, o haftaki harçlığı ile Ahmet Bakkal'dan bir çikolatalı gofret alır sonra birlikte evin yolunu tutardık. Yeni bir üründü sanırım. Şimdi Hz. Google'dan baktım 1980'de üretmeye başlamış Ülker bu ürününü. Uzattığımızda şimdiki çocukların burun kıvırdıkları bu ürün gözümüzde o kadar parlak, o kadar görkemli ve o kadar zamanın iPhone 14'ü gibi duruyordu ki anlatamam. En azından bu gofreti görebilmek nasip olduğu için bile şanslı sayardım kendimi.
Şimdi gelelim yeme kısmına. Yaklaşık on bin farklı lezzeti birbiriniden ayırabilecek derecede tad alma duygusu gelişmiş olan on yaşlarındaki çocukları esas ilgilendiren nokta da burada düğümleniyordu. Fatih gofreti alırdı bakkaldan. İhtişamlı bir açılış yapar gibi yavaşça jelatinin açardı ve o sevgili olanca haşmetiyle ortaya çıkıverirdi.
Fakat o da ne...! Bütün bu parlak sahnenin ortasında Talat adında bir çocuk yanımızda bitiverirdi aniden. Okula giderken gelirken bu çocukla ilgili tek hatırladığım şey cuma günleri okul çıkışını takip etmesi ve çikolatalı gofret seremonisi esnasında çevremizde belirivermesiydi. Ufak tefekti hepimiz gibi ama semiz bir hali vardı hatırladığım kadarıyla. Bu yazıya tesadüf edip bir yerlerde okursa lütfen bağışlasın beni ama tıpkı semiz ve adaletsizlik timsali kurbağa gibi bir görüntüsü vardı hayalimde. Çocuklukta gelip geçen her şeyin masum olduğu düşünüldüğünde kırılacağını sanmam ama yine de ben ihtiyatı elden bırakmayayım...
Uzatmadan, çikolatalı gofret açıldığında, ürünün parasını haftalık harçlığıyla ödeyen Fatih'in elinden kapıverirdi bu Talat. Ya arkadaş bir sefer farklı bir şey olsun! Elbette adaletsiz ve şımarık bir çocuk örneğini temsil etmesine ve olanca ceberrutluğuna rağmen yarısına el koyar diğer yarısını Fatih'e uzatırdı. Fatih de kalan yarısını kardeşi ile mi paylaşır ne yapar, artık o kısmı ile hiç ilgilenmedim bu vicdanımı kanatan manzara karşısında. Bu zorba Talat olmasa belki de Fatih bir göz hakkı ikram ederdi ama Talat'ın adaletsizliği ve gaspçılığı, gofretle ilgili tüm hayallerimin üzerine kibrit suyu döküyordu adeta.
Tıpkı Ahmet Arif'in Diyardekir Kalesi'nden Notlar'da resmettiği gibi gelişiyordu her şey adeta:
"Bunlar
Engerekler ve çıyanlardır
Bunlar
Aşımıza, ekmeğimize
Göz koyanlardır
Tanı bunları
Tanı da büyü…"
Talat belki çocuktu ve zorbalığı mazur görülebilirdi ama ne engerekler, ne çıyanlar gördü bu gözler sonradan. Ne aşımıza ekmeğimize göz koyanları hafızasına kazıdı.
Buna rağmen, hepsini aşarak bir çikolatalı gofret etrafında hatıralara dalmak ve buradan sonuçlar çıkarabilmek bile çok öğretici. Hayat her an elinde bir demet çiçekle yolumuza çıkarak ders vermeye devam etmekte. Zira o, gören gözler, işiten kulaklar ve duyumsayan vicdanlar için en önemli yol gösterici...
Yorumlar
Yorum Gönder