bir hikayedir yaşamak...
Prof. Dr. Zekai Özdemir
Saflık
Yüreğindeki derin sırları safça açığa vuran kalmadı. Şeytani bir eda ile karşısındaki ele geçirmeye çalışan ruhlar her yeri doldurdu. Birinciler acı çeken saf yürekliler olarak kalırken ikinciler toplumu ele geçiren zekiler olarak üst kata yerleştiler. O günden sonra toplumun zıtlarla dolu eğlenceli serüveni başladı. Bu serüven aslında şehirli bireyin canbazı yalnızlığı ile geleneksel resmiyet içinde taşra sessizliğinde kalan bireyin savaşıydı. Şehirlinin yüzünde her gün bir renk canlanırken taşralının pırıl pırıl yüzü günden güne soluyordu.
Şehirliler, şehri paraya çevirdikleri için mi şeytani zekaları var yoksa şeytani zekaları mı şehri paraya çevirdi veya her ikisi birleşti ondan mı oldu? Bu sorular halen çözülemeyen bir gerçek. Taşralıya gelince hüzün çiçekli yüzlerini ne paraya ne de parayı hüzün çiçeğini dönüştürebildiler. Çiçek kuruyunca onlar zaten tabuttun içinde oluyorlar. Her iki grupta "acıklı-gülüş" üzerinde yaşıyorlardı. Acıklı gülüş veya gülüşlerine gizlenen acı, biri paraya çeviremediği için diğeri parayı töreleştiremedi için zıtlıklar yaşıyordu. Para var töre yok, töre var para yok. Acıklı ve mutlu simalar. Birine bay kapital veya sayın burjuva diğerine saf garip veya dürüst gariban denilir.
Piyasa Mahkümları
Piyasa mahkumu olmak aslında rant rütbesini omuzuna takmaktır. Bu anlamda “Piyasa” deli Petro’nun “yeşil yolu”dur. Yani rant rütbesini takanlar karşılıklı dizilir ortalarından geçen yoksullar, fakirler, sabit gelirlileri “fiyat” isimli kamçıyla döverler ve bu eylemlerine de “kanlı Pazar” der, gülerler. Pazara özgür gelen bireyler kayıp insanlara dönüşmesi bundandır.
Piyasa toplumunun bireyleri belli bir “an”a kadar uysal itaatkar ama akan zaman içinde küçük bir şeyden aniden patlar ve öfke sınırı başlar ki buda krizin başlama çizgisidir. Piyasa kurucuları “bu mahrem, bu gizli öfkeyi” hissettikleri an krizi önlerler aksi halde kriz dalga dalga her yeri sarar. Piyasada olgular açık ve şeffaf görünür ama asla açık olmadığı için krizler ortaya çıkar. ”Krizler” belki piyasa açıklığını ortaya çıkaran gerçeklerdir yoksa piyasa sırlı ve gizemli bir kurumdur.
Piyasada para darphaneden özgürce çıkan bir değer olduğu için özgür insanların elinde özgürce kullanılır. Cebinde parası olan birey sadece güçlü olduğunu değil özgürce harcama yetisine sahip olduğunu bildiği için özgür ve güçlü olduğunun farkındadır.
Piyasa vitamini
Birey ve birimler fikirler ve eylemlerle farklı bir piyasa sistemi kurmaya çalışırken piyasa ahlakının ve adaletinin de temellerini atmaya kilitlenmelidirler. Bu birey ve birimlerin asıl amacı, düşünen bir piyasa toplumu kurmak olmalıdır. Piyasada birey ve birimler aklı, vitamin, kalbi ise ilaçlar olarak görmeli ve piyasa aklını da “ vitamin-ilaç” olarak tasvir etmelidirler.
Yol
Ağaçların arasındaki gölge, öksüz bir bülbül, kurumuş bir gül gibi yürüyordu. Dalgın dalgın giden gencin gölgesi de mahzundu. Tıpkı hayali çalınmış çocuğa benziyordu. Yürüdü yürüdü. Akşam güneş batarken gölgesi de belirsizleşmeye başladı. Belli ki mesuliyetsiz bir rahata yürür gibiydi. Hatta Azrail’in kanatlarının olmadığı bir hayata. Ne dünyanın ikbali ne ölüm sonsuzluğu ne ahretin cenneti onun hiç ilgisini çekmiyordu. Arifte değildi alimde ama gafillere de benzemiyordu. Derin uykuları ve rabıtasız rüyaları aşmış bir ümmi gibiydi. O öyle bir haldeydi ki, cehennem ateşinden daha ateş olan nadanla sohbet etmekten bile korkmazdı. O öyle bir haldeydi ki, kendini hiddetlendirene dahi hiddetlenmezdi. O öyle bir haldeydi ki, Ruhu ruhlar alemine gitmiş olmasına rağmen o ölmediğine inananlardandı.
Günlerden bir gün öyle bir hal içre geldi ki, dalı kırmadı fakat dalın ağacını kökünden söktü. Sükutu yendi. Feryada ulaştı. Kuzu iken, kurt oldu, dut yemiş bülbül iken bülbül olduğunu hatırladı ve sabahlara kadar şakıdı. Fırtına oldu, esti, ırmak oldu, sel oldu. Kaya oldu yuvarlandı.
Bütün bunlar Cinnet makamını geçirmiş ve Delilik makamına bir adım kalmış olduğunu gösteriyordu. ”İçinde şeytani planlar dışında meleksi yalanlar”ı olanların bulundukları makamı ancak o bilirdi. O makamda olanlar, ihtimallerin delillerin anası olduğu çok iyi bilirler ve öylede ibadet ederlerdi. Sonra sessiz secde ederek Tanrı’ya gözlerini kapatarak şeytanı şikayet ederler ve yine karanlıkta olduklarını anlarlardı. Sonbaharda sararmış yapraklar seccadeleri olmasına rağmen onlarda kararmıştı. Hiç gazeller kararır mı? Kararmışlar İşte. Galiba gazellerinde gözleri kapalı. Seccadeleri sarmaşıklar olunca kıbleleri belli belirsiz her yer olmuştu. Kıblesiz secde ve simsiyah perde; İşte onlar. Yeni bir dünyada ölmüş gibiler. Ruhtan derin ve öte bir ruha inananlar, kıbleyi de kıbleden öte ve derin bir yön olarak kabul ettiklerinden sararmış her yaprağın üzerinde secdeden daha öte ve derin secde ettiklerine inanırlardı.
Rüzgar
Okşar gibi esen rüzgar hem bulutları seyrü sefere çıkarıyor hem denizi hafif hafif sallıyordu. Kıyıda mahzun mahzun oturanlar rüzgara minnettar olup hem bulutların hem denizin hareketleriyle içlerinde uzaklara çok uzaklara yolculuk ediyorlardı. Bu insanlar hem eşyanın fiyatını hem insanın değerini bilen doğanın her gizemli eyleminde şükür arayan insanlardı. Sessizliğin tehlikesizliği serin esen rüzgarın uğultusuyla gitmiş olmasına rağmen yine de korkusuzca doğa harikasının her eyleminden zevk alıyorlardı. "Kendi içlerinde heyecanlarını bir sır gibi saklamasını bilenler şükür secdesinde ağlayanlardır" diye bir cümle nereden geldiyse aklına geldi ve taşların üzerinde iki rekat namaz kılıp secdede ağladı. Sırrın kimin sırrı olduğunu bilinenlere Fatiha okudu. O an etrafını saran martılar başının üzerinde dakikalarca tavaf ettiler. Bu nedir, bu nedir dedi ve ellerini bacaklarının arasına sokup vücudunu eğdi ve saatlerce öyle kaldı. Bu kez rüzgar gönlünü hem serinletti hem de hızlı hızlı atan yüreğinin sırrını deniz, bulut ve martılarda vakıf oldular. Bu ne kutsal an bu nasıl bir vuslattır dedi ve ayağa kalkıp, o bulut, deniz ve martıları selamladı. Tertemiz ve kutsal bir hayatın tam ortasında yaşamak ne güzeldir?
İnsani Servetini kayıp eden insanlar sahilde Çimen'ler üzerinde bu insanları seyir ediyorlar. Hatta taşlarda secde edenleri deli sanıyorlar. Sessiz yalnızlığın onlardaki huzuru fark etmek kolay değil. Dalgaların çıkardı ses onlar için içli acılı ezgisel ilahilerdi. Ruhlarında alev alev yanan 1500 asrın saklı olduğunu insan- doğa ikilisi de biliyor ama Çimen'e uzanıp yatanların haberleri bile yok. Birinde kalbin girdabı sükun bulurken ikinciler halen kalp girdabında boğuşuyorlar. Secdede ağlamaya başlayınca kıyama geçer ve gözlerinden akan yaş, alev alev yanan yanaklarında ısınırdı. Ve soğumadan secdesinin üzerine düşerdi. Gölge hafifliğinde ki vücudu, gözyaşları göğsüne düştükçe bir dağ gibi ağırlaşıyordu. İnsanın kendi kalbinde uyuması Ne kadar farklıymış, diye düşündü. O kendine doğru adım attıkça kendinden uzaklaştı ve mutluğun sırrını keşf etmiş gibi sevindi. Kendisi ve ölüm aralığında ki Uzun ve renksiz dünyadan koptukça renkli göklere doğru uçuyordu. Kendisine ait geçmişiyle kendine ait olmayan geleceği arasında sıkışıp kalmak, acıların en acısıdır. Akıllı delilik bu olsa gerekti
Gece
Rüzgar esmiyordu. Ay kayıp olmuştu. Gece, karanlık, gece bir yas evi gibi simsiyahtı. Yalnız, Gökteki yıldızların gözyaşları inci gibi parlayarak yere düşüyor ve yolu aydınlatıyordu.
Bu garip gecede saçlarına ak düşmüş biri mezarlığın duvarının dibine oturmuş, yıldızların gözyaşını izliyordu. Bazen de onlarla konuşuyor, gülüyor sonra yine bir mezar kadar sessiz oluyordu. Bu garip adam hep böyle havalarda ortaya çıkar Sonra kayıp olurdu. Nisan yağmurlarında çıkan ve Sonra kayıp olan bu garip adam, belli ki "aşktan ihtiyarlamıştı." Ya sevdiği Nisan ayında bir yağmurlu günde onu burada terk etmiş ya da sevdiği sırtını dayadığı mezarlık duvarının arkasına defedilmişti. Kimse bilmiyordu, bu garip adamın sırrını.
Yağmurun sesi herkesi her nesneyi uyuturken yalnız bu "deli kılıklı dahiyi" uyandırıyordu. O nedenle Nisan'da yağan ve kırk ilkinde diye adlandırılan bu yağmurların diğer ismi "dahi uyandıran" yağmurdu. Gece kapkara ama bu garip dahi, içi yeşil bir abajurun zümrüdünde gizlenen ışık gibiydi. Gece sessiz ama bu garip dahi, içi mahur bir besteyi icra eden musikinaştı sanki.
Zaten bu garip adamdaki bu hal olmasa mezarcıklar kara bir yığın gibi görünürdü. Garip adam mezarlığı ışıtan adam. Mezarlık garip adamın ışığı, güneşi. Hey hat çelişki burada da varmış. Garip adam, karanlıkların yavrusu ateş böcekleri gibi parlıyor, parlatıyordu.
Belli ki bu garip adam, aşklarını, arzularını hırslarını öldürmüş Sonra aşklarını arzularını hırslarını diriltmişti. Önce onları şefkatkar bir şekilde kefenliyor sonra nurdan bir girye ile onları diriltiyordu. Aman yarabbi bu nasıl bir haldir? Cehennem ateşine düşen aşkını, arzusunu, hırsını yanmasınlar, yakılmasınlar diye bir kelebeğin kanadıyla serinleten bu garip adam, kimdi?
Bülbülün sesiyle bir sabah gelen bu adam kurbağanın vıyaklamasının karıştığı bir sabah kayıp olurdu. Sonra mezarlık yine ebedi sükununa dönerdi. Bin gece ile binbir gece arasındaki fark gibiydi onun gelişi ve gidişi. Mazi ve hayal nedir diye sorsalar bu garip adamın gelişi ve gidişi derdim.
Taş Döşeli Dar Koridor
İnsansızlığın kol gezdiği ve insanlığın olmadı koridorlar insanın olmadığı koridordan daha farklıydı. Koridorda insan yoksa problemde olmamasına karşın, insanlığın olmadığı ve insansızlığın hakim olduğu yerde problem daim vardır.
Koridorda acı bir öfke vardır her zaman ama asla kin yoktur. Kin iblis işi. İblis insanı kıskandı kin tuttu ve kovuldu. Koridorda kimse kovulmadı fakat kırağı düşmüş sabah gibi soğuk. Çınar ağacı kaç yerden çatlak verir bilemiyordum. Koridor çatlak içinde çatlaklarla doldu. Keşke koridor ceviz ağacına benzeseydi ve asistanlar topluca; ceviz oynamaya da geldik odana, türküsünü söyleselerdi. Ceviz, birbirine değince en çok ses çıkaran ve bir avuç içine iki tane konulup sıkılınca birinin diğerini kırdığı meyve; Yumurta gibi. Ne hazin son. Birbirinin arkasından tezgah kuran ve ona güçlü olduğunu gösteren ceviz ve koridor ve ceviz oynanan odalar.
Sonunda ne anladım biliyor musunuz; en büyük yalnızlar en kötü insanlar. Üniversite en büyük yalnızların yetiştiği yer. İblis neden kötü hiç düşündün mü? Yalnız olduğu için. Halbuki iyi insanlar cem olurlar, cemaat olurlar, dernek olurlar, akademik kurul, senatör, Meclis ve bakanlar kurulu olurlar. Peki kötü insanlar, yalnızca yalnız, sadece yalnız olurlar.
Akıllının mı yoksa akılsızlığın mı suçunun cezası daha ağır olmalıydı. Olmadı. Bu cümle. Bu cümle okumuşun, veya zenginin oyu ile dağdaki çobanın oyu arasındaki güç boşluğunu hatırlattı. İşte yalnız olunca kötülük akla geliyor ama çobanı da düşününce yalnız olmadığı çobanında yanında hatta içinde olduğunu düşünüp, utanıyor ve kötülükten vazgeçiyor. İblisin niçin yanına, içine gönlüne Allah'ı almadığını şimdi daha iyi anlıyorum; eğer içine Allahı alsaydı iblis utanma ve ar etme, kötülüğe engel olacaktı, ondan.
Bulutsuzluk özlemi çeken gökler gibi, koridorlar. Koridorun içindeki keder duvarları kaplamıştı, sanki. Boş bir akademik gururun aldatıcı gölgeleri tek tek asılmıştı, duvara. Görmek isteyenler bu manzarayı seyir ederken içlerinde zeytini siyahı, görmek istemeyenlerin içini ise beyazımsı bir pembe duman sarardı. Resimlerin asık suratını tarif etmek imkansızdı.
Onlara çerçeveleri düş kırıklığının çukuru olmuştu, yok yok mezarı olmuştu. Koridor suları yaran sandalın kırılmış küreklerini andırıyordu ama kimse bunun umursamıyordu. Resimlerin kaygı dolu bakışları arasında taşlarla örülü dar boşluktan her sabah geçenler bunun farkında bile değillerdi. Koridordaki savrukluğu, hiçliği, bencilliği ve kabalığı gören duvardaki Resimlerin yanaklarından dökülen gizli yaşları görebilirdi.
Ölüler arasında sakin sakin dolaşmak ince bir cesaret isterdi. O da, koridorun sağ ve solunda oturanların hepsinde vardı. Fır fır dönen girdabın içinden her gün sağ salim çıkmak kolay olmasa gerek. Koridor orta çağ insanın trajedisini yaşıyor. O zaman yıkım yakın ama bu yıkım yaratıcı yıkım olur mu, bilinmez. Talihin ve tarihin kudretini bilmek ne mümkün?
Aklın asilleri ile ruh asillerinin büyük çatışmasına şahitlik eden bu duvarlar benim için Çin setti ve Berlin duvarından daha kutsaldı.
Günahsızlar koridorundan geçen günahlılar; akademisyenler. İçgüdüsel kurnazlıkla her akademik yükseliş sınavının jürisini birbirinden gizleyenler; akademisyenler. Paranoyakça kuşku cehenneminde boğulanlar; akademisyenler. Halbuki alim olmanın ilk şartı şizofren olmak. Bizimkiler şizofren ama alim değil. Bu ne yaman çelişki? Ne alimlik ne paranoyaklık denklemini kuramayanlar; akademisyenler.
Koridorlar yuvarlak veya oval olsaydı işimiz ne kadar kolay olurdu. Çap düşük derdik bitirirdik. Dar boşluk demek çap düşüklüğünün yerini tam tutmuyor.
Sessiz faziletlerin ne resmî ne heykelinin dikildiği nerede görülmüş?
Bir ukala zümre, hemen hemen bir ilmin füsunlu cazibesinde dönüp dönüp duruyorlar.
Asistanlar bilimin şuurlu fedaisi olmak için gelirler fakat uçan kaleler çağının yel değirmeni olurlar. Bazıları ise koridorun müzmin nezlesi olur çıkarlar. Paradoksları veya paylaşılmış değerleri büyük bir bulmaca çözmüş gibi mutlu olanlarla içten feth edilmiş kaleyi fetheden komutan arasında Ne fark vardır. Tezatlar kalesinin efendisi olmak Ne mümkün. Her gün kalenin komutanı tezatın tezadını çürüten başka biri oluyor. Ya senin efendin kim? Hatırlayın, eskiden kalem efendileri vardı, şimdilerde ise kalem şövalyeleri var, koridorlarda. Efendinin buyurduğu makale, efendinin buyurduğu araştırmayı yapılacak, yapılmasa kovulacak.
Birde bir gruba mensup olup kişiliğinden
edilenler var; İyi niyet ve inanmak. Biri akılsızlığın diğeri bilgisizliğin sonucu. Burada asalet ve fazileti mumla arasanız bulamazsınız.
Bütün akademik kurul toplantıları cuma hutbesini dinleyen cemaat gibi, bir an evvel bitse de gitsek, der gibidir. Alternatif fikir görüş hem yok hem de olana vücut diliyle sus dercesine sinirlenilir.
Düşünce selinde yüzmeyi hayal eden genç asistanlar, düşüncesizlik selinde boğulmamak için verdikleri mücadeleye, akademik mücadele sanıyor ve katlanıyorlar. Ne kadar trajikomik olay, değil mi?
Övünme duygusunu merak hazzıyla birleştiren, unvan cübbeli küçük masa adamları, mum ışığında bir kutsal kitap okuyor Eda'sıyla oturuyorlar.
Akademisyenlik rütbesi sanki ruhunu altüst etmişti, bu beyinlerin. Ailelerinden başlayan toplum ve devlet tarafından itilip kalkılan ALT sınıfın en üst sınıfa gayret ve çabayla gelmesi, kendilerini soylu yapmaya veya göstermeye çalışmaları alışık olmadıkları için kendilerinden geçirdi.
Akademisyenler, saflık, bönlük, küstahlık, kurnazlık, temiz yüreklilik, ürkeklik, kendini beğenmişlik, yüzsüzlük gibi duyguların çok garip, çok komik bir karışımıdır.
Velhasıl kelam, koridor hırsız ve ihanetle dolu, Olmadı, koridor zararsız delilerle dolu. Hatta koridordaki bu deliler, çalışamayacak kadar hasta, tedavi edilemeyecek kadar sağlıklılar. Arı kovanında bal yapmayan fakat vızıldayan arıların masalı şimdi taş ve boş duvarlar arasını anlatılıyor.
Yorumlar
Yorum Gönder