boyacı memet
Öylesi sıcak ve sevecen bir hali vardı ki bu adamın, adeta lakabı gibi bir çok şeyin üzerini örter ve güzelleştirirdi. Gençliğinde çıraklıktan başladığı ve işin organizasyonunu yapmaya kadar gittiği boyacılık mesleğinden ötürü kendisine "Boyacı Memet" lakabı takılmıştı. Yetim büyümüş ve bu dezavantajlı durumun her anını iliklerine kadar yaşamıştı. Bendeniz gibi benzerlerinin halinden dilinden anlaması ve yetimleri on çocuğundan taşan sevgisinden mahrum etmemesi bu yüzden olmalıydı.
Aniden vefat haberini aldığımda doktora yapıyordum. Demek en az yirmi yıl geçmiş üzerinden. İçimden büyük bir taş yuvarlandı adeta. Uğur böceğim derdim ona. Çocukken elimize konan uğur böceklerinden fal tutmak söz konusu olduğunda hemen ilk aklıma gelen "Dayım gelecek mi, gelmeyecek mi?" olurdu. İlginç biçimde "Gelecek mi?" dediğimde havalanırsa bir uğur böceği, mutlaka ama mutlaka çıkar gelirdi. Ya da öyle inanıyordum. Hala elime bir uğur böceği konduğunda bu bilinçaltım ortaya çıkıverir.
Onca işinin gücünün arasından sıyrılıp yetim yeğenlerinin başını okşamaya geldiğinde evde bir bayram havası eserdi adeta. Hayatının baharında, daha elli üçünde iken mide marazı ile kaybetmemiş olsaydık muhtemelen daha çok kimse için başka bayramlar yaşatacaktı. Belki sonradan kendisi gibi yetim kalacak torunlarının da başını okşayacaktı. Hatta bir keresinde annem ekmek pişirirken ocağın başında uyuyakalmışım ve ağabeylerim beni yalandan sevindirmek ve uyandırmak için "Dayım geldi!" diye bağırmışlardı. Hemen gözlerimi açtım sevinçle ama gelen giden olmadığını görünce çok üzülmüş ve onlara gücenmiştim. Fakat ilginç bir şey oldu. Beş dakika geçmeden dayım çıkıp gelmesin mi? Herkes hayretler içinde kaldı.
Hızır mıydı, İlyas mıydı bilinmez ama anneciğim de onu kaybettiği zaman öyle derinden üzülmüş olmalı idi ki, yemeden içmeden kesildi adeta. Koskoca kadın kısa bir süre içinde eriyerek kırk beş kiloya kadar iniverdi. Doktor kendisini muayene etmiş ve bir şey bulamamasına rağmen onca kilo kaybının nedeninin epey derinlerde olduğunu anlamış olmalı ki "Götürün, çocuklarını görsün, vedalaşsın!" demiş. Alıp getirdiler İstanbul'a, yanımıza. Şükür ki yaşayacak yılları varmış daha. Boğaz havası bir anda iştahını geri getirmiş ve aylardır doğru düzgün kursağından bir şey geçmemiş kadının canı "boğazda balık" çekmiş. Sonra hızla iştahı düzeldi ve normalleşti anacığım. Çeyrek asırdır onu bizden bağışlayan önce Allah sonra boğazda balık olsa da "seyahatte sıhhat bulmanın" hakkı da verilmeli elbette...
Hemen hiç bir kötü alışkanlığının bulunduğunu duymadım. Dost canlısı, arkadaş tutkunu ve uzunca devam eden vefalı birlikteliklerin adamıydı. Öyle ki, ta Şarkikaraağaç'taki asker arkadaşı (Hem adaşıydı hem Candan bir adamdı o da) ve ailesi bile en yakın akrabamız gibi olmuştu. Oradan kalkıp düğünlerimize ve cenazelerimize gelirlerdi.
Şimdi onsuz nişan düğün yapıyor ve çocuklarımızı sevmeye, dostlarımıza vefalı olmaya çalışıyoruz ama nafile. Yetişmek mümkün değil. Nesimi Çimen'in türküsündeki enfes sözlerdeki gibi "görmek mümkün değil, bağışla beni" demek geliyor içimden. Nesimi babanın türküsüne ilave yaptığım dörtlükle ve bu türküyü en iyi okuduğunu düşündüğüm Polonyalı Petra Nahmanova'nın müziği ile bitireyim bu faslı, daha fazla hüzün bulutlarını bir araya getirmeden.
Zaten dayımın fotoğrafını gördüğümde de bu türküyü dinliyordum. Yani hikayeyi başlatan zaten Petra idi. Onun diline ve gönlüne, bu yazıyı sonuna kadar okuyanların kalbine sağlık!
Gazze'li yetimlerin de böyle yürekten ve hakiki dayılarının olması dileğini de buraya ekleyeyim.
kara kış geldi kapandı yollar
rüzgar sert esti kırıldı dallar
sarılmak için hep açıldı kollar
kavuşamasak bile bağışla beni.
https://youtu.be/McPK8v8Mtgs?si=-9O8JyXIBUcFyMAD
Yorumlar
Yorum Gönder