Tuba Ağacı


Prof. Dr. Zekai Özdemir
x


Kadir! Yalnızlık tek gerçeği olan Kadir.

Gözleri, ışığını ve ümidini kaybetmiş Kadir’in, kırılmış gönlünün dertlerle dolu olduğu besbelliydi. Minneti edebiyle birleştiren Kadir, öylece sessizlik içinde tüm gün çınar ağacının altında otururdu. Dedim ya yalnızlık Kadir’in gerçeğiydi.

Kadir’in yüzünde öksüz bir karanlığın ışığı vardı. Tıpkı gece gökyüzündeki ay gibi hep düşünceliydi. Gönül mirası olmayan Kadir, yıldızları uzaktan severdi. Hatta gözleriyle okşardı onları. Sonra mı? Ay’a sarılır, Çınar ağacının altında uyurdu. Kadir, öksüzlüğünün yanında yalnız ve evsizdi ama ruhsuz ve gönülsüz değildi.

Kadir’in dağın tepesinde veya ağaç kovuğunda yaşamayı seçmeyip bir çınar ağacının altını seçmesi çok manidardı. Çünkü o kendini Tuba ağacına benzetirdi. O nedenle dünyada, ahirette yaşar gibi yaşıyordu. Kadir ağacın altında ‘’dünya adamı değilim, ahiret adamıyım’’ der gibi oturur, yatar, kalkardı. Ağacın altı hem evi, hem mezarıydı sanki. Kudüs ve İstanbul, Müslümanlar için neyse, ağacın gölgesi de Kadir için oydu.

Ağacın altında mütevekkil bir hal üzere oturan Kadir, yüksekliğin de yüksekliğine, yoksulluğun da yoksulluğuna çıkmış bir adam edasındaydı. Rüzgâr, ağacı sallayınca sanki o da sallanır, sanki aynı anda ikisi zikrederdi. Kadir çok az konuşurdu. Suskun bir haldeyken yüz hatları hep değişirdi. O an ona bakanlar, onun aklının ve gönlünün ürperdiğini, hatta ruhunun titrediğini dahi anladıklarını söylerlerdi. Artık kimle ne konuşurdu veya kendiyle neyi tartışırdı, kimse bilmezdi. Bu haliyle Kadir, vicdanın Kabe’sinde tavaf etmeyi bir inkılap olarak gören, sessiz bir eylemci ve hatta bir isyancıyı andırıyordu. Her gecenin sessizliğini, sönmeyecek olan ebedi merhamet ışığı olarak kabul ederdi.

Kadir, hem buhran içinde yaşayanlara, hem hakikatin semasında uçanlara örnek bir kişilikti. Bu nedenle iradesini iktidara bağlamayan özgür bir adam edasındaydı. Kadir, kendi kendine hayran, onurlu, kutsal hoyratlığa bürünmemiş karakter çizgisiyle, çınar ağacının altında gündüzleri ayakta geceleri uyur gibi oturarak dururdu. O, bu ağacın altını, bir devrin artığı malikanelere tercih eden, mukaddes inançlı biriydi. Sanki, Münzevi yaratıcılığını metafizik zekasının ilhamıyla aşmış ve kendini ağacın altına saklamıştı. Aklını sıyırmamış, aklını hislerinin seviyesine çıkarmayı başarmıştı. O, uzviyyetten ahlaka, sanata ve nihayet adalete yükselmeye adım adım yürümüş ve yeni nesle, Allah’a giden bu yürüyüşü, ağacın altında durarak öğretmeye kendini adamış biriydi.

Kadir, siyaseti, hukuku, dini ve ahlakı, onların romantizmine kapılmadan hayatın realitesi, aşkın ve ümit ışığında içselleştirmiş bir şekilde yaşıyordu. Bu yüzden riyaya bulaşmışlardan kaçmış ve ağacın gölgesine sığınmıştı. Kadir, burada sanki “ey insanlar, kendinizi inkar etmeyin” diye sessizce haykırıyordu. Hatta bir bayram sabahı bayram namazı süresince Kadir, “Yaşamak hizmet etmek ve af dilenmek için bir mühlettir” diye bağırıp durdu. Erdemli şehrin insanları onun yanından geçerken birbirlerine “bu insanlık mistiği de kim?” diye sormaktan kendini alamazdı. Kadir işte böyle biriydi. Onun gözlerindeki ümit, annesinin memesinden süt emen bir kuzunun gözlerindeki ümit gibi saf ve temizdi. Vicdanından dahi mükafat beklemeyen bu adamın giydiği, siyah uzun düğmesiz ve cepsiz gömleği, onu ağacın gölgesinden bile cüsseli, heybetli gösteriyordu.

Bir cuma vaktinde şöyle seslendiği söylenir; ‘’Ben İdris, hani şu peygamber olan terzi İdris. Getirin cüppelerinizin söküklerini dikeyim”. Hallaç da böyle bağırmıştı fakat Hallaç’ın da Kadir’in de ne demek istediğini kimse anlamamıştır. Dilden dile, kulaktan kulağa gelen bir rivayete göre; Kadir, hakkı babasından kalan “Mesuliyet Sermayesiyle”, önce Mersin, sonra sırasıyla; Erzincan, Çayır, Karaman, Kazım Karabekir, Iğdır ve Osmaniye’de “İrade ve Hak Mektepleri” açmıştır. Sonunda da yine bu çınar ağacının gölgesine sığınmıştır.

Kadir, dünyada kimseye borçlu kalmamış bir insandı. Ağacın gölgesi onun ocağı olmuştu. Küçük büyük herkesin Kadir abisi olmak kolay değildi ama o bunu başarmıştı. Tevazu  onun aynası olmuştu ve herkes onda kendini arıyordu. Büyük ruhlar gibi yalnız yaşayan muzdarip, biriydi, Kadir. O, sadece iç dünyasında değil, dış dünyasında da ince ince, nakış nakış gezerdi. Onun bir hasreti vardı, hemde kimsenin bilmediği bir hasreti. O, bir aşıktı ama maşukunu da kimse bilmezdi. Onun her şeyi sır, sırrı herşeydi. Kadir, ağacın altından başka sığınacak  bir liman bulamadığı için kendi ruh mağarası gibi sığınmıştı. O, büsbütün açık olan bir gizlilik barındıran, esrarlı bir kimseydi. Herkes de onu böyle severdi. Kadir sadece ağaca değil ağacın gölgesine de ayrı bir ruh ve mana katıyordu. Bazende Kadir, çınarın altında otururken ölü ruhlar arasında canlı kalmış gibi hissederdi

Kadir her zaman öksüz karanlığın biçare misafiri gibi yalnız ağacın gölgesine iyice çekilirdi. Biliyor musunuz? O iki defa karanlıktaydı, içindeki karanlık ve dışındaki karanlık. Bazen kendi kendiyle konuşur ve derdi ki: ‘’benim bu insanlarla ilgim ne?’’ Sonra sessizliğe bürünür, saatlerce konuşmazdı. O an, sanki bütün düşünceleri, yağmur damlasının cama vurduğu gibi beynine  vurur  ve sanki bu yüzden sarsılıyormuş gibi titrerdi.

Bir gün güneş ışıklarıyla vedalaşır vaziyette onu sahilde yürürken görmüşler. Tam akşamın esmer bir siyahlığa, büründüğü bu vakitte belli ki o, oldum olası bu anları seviyordu. Güneşin yarın yeni ışıklar salacağından eminmiş gibi ümitli bir tebessümle yürüyordu. Kadir, denizin bile kendi karanlığına bu saatlerde bürünmediğini ve bu vakitlerde zamanın rüya gibi  akıp gittiğini iyi biliyordu. O da bulutlar, mavi deniz ve yeşil ağaçların arasında akar gibi yürümüştü. Hatta o akşam vakti etrafı beyaz bir karanlığın sardığını bile söyleyenler vardı.

Bahar rüzgarları, akşamın kokusunu sermişti sahile. Kadir bu kokuyla mışıl mışıl uyuyan bir bebeğe dönüşmüştü. O bebek, varlığının şuuruna varan tek, ilk ve son bebekmiş gibiydi. Derler ki işte o günden beri Kadir, süt köpüğü gibi kokmaya başlamıştı.

Kadir sahilde yürürken, birden ani bir hareketle, bir taşın üstüne oturmuş ve dalgalı denizin sakinleşmesini beklemişti. Her bekleyişin acı olduğunu bilen Kadir, sabah güneşi doğana kadar sahilde taşlar üzerinde hiç kıpırdamadan oturmuş ve sonra ağacının altına dönmüştü. Kadir, ilk ve son kez o akşam sahilde görülmüştü ve Kadir’in o günden sonraki hali hem karanlığı hem de onu görenlerin içini titretmiş.

Kadir’in kendini hiçbir gece yalnız bırakmayan karanlığa olan minnet duyguları her geçen gün daha da artmıştı. Gelecek olan aydınlık günleri, yahut aydınlanma günlerini bu karanlıkta buluyorum düşüncesi Kadir’i hiç terk etmemişti. Kadir, karanlıkta ruhunun ölüm sessizliğini dinleyip sanki öyle bir makama çıkmıştı ki hiçbir endişesi ve korkusu kalmamıştı.

Kadir’in içinde açılan karanlık boşluk, gökyüzünün karanlığı ve sessizliği ile dolmuştu. Kadir, yaşamak için kendini karanlığın şefkatli kollarına bırakmıştı. Kadir’in, karanlıkla yoldaşlığı ebediyete kadar böyle sürecekti belli olmuştu. Buna bütün Çağlayan emin olmuş ve inanmıştı. Kadir o yüzden  karanlıkta rengini değiştirmeyen ve hiç riyası olmayan  biri olmuştu. Kadir, karanlıkta gözlerini hiç kamaştırmadan yürümeyi de böylece öğrenmişti. O, karanlığa, karanlık bir bakış hiç atmadan yaşamayı beceren tek adam olmuştu. Kadir karanlığın sayesinde kendi etrafında dahası kendi içinde derinleştikçe derinleşmişti. Bu sayede içindeki hakikate dokunmuş ve ağacın altında ruh aleminin serhatti gibi dimdik durmuştu. Kadir çok iyi biliyordu ki, dünya güneş ışığını almasa nasıl karanlıkta kalacaksa beden de ruhu almazsa öyle karanlıkta kalacaktı. O nedenle karanlığın Kadir’ de ayrı bir yeri vardı.

Karanlığın hayalinin söndüğünü hiç görülmediği için, Kadir’inde  hayalleri hiç sönmüyordu. Gölgesi bile kayıp olmazdı, karanlıkta. O karanlığın gözlerinin kara olmadığını bilenlerdendi. Karanlığın gözü karanlığın kalbi gibi bembeyazdı. Karanlık, onun tebessümlü bir hayali olmuştu. Bir sabah Çağlayan esnafı uyandı ve gördü ki Kadir ağaca  “karanlık seni her günkünden daha iyi anlıyor, daha çok seviyorum. Seni minnet dolu gözlerimle selamlıyorum ey karanlık. İçine gizlediğin bütün mezarlıklara da selam olsun” yazan bir pankart asmıştı.

Belli ki o karanlıkta rüya içinde yüzüyor. Karanlık huzurunu uyutacak kadar sessiz. Sessiz çünkü karanlığın senfonisinin sesi esrarlı. Karanlığın ışığı ve ışığın ışık oyunları onu başka alemlere götürüyor. Aydınlığın geleceğini bilen karanlık, karanlıkta aydınlanacağını bilen, Kadir.

Efsuni alacakaranlık, ona ölü veya hasta benzini hatırlattığı için o zeytini karanlığı seviyordu. Kadir’i karanlıklar yaşatıyordu. Çünkü onda düşünüyor onda kendini ve hepimizi bulup kendi ve insanlık adına dimdik duruyordu. Gecenin içine içine gizlenen karanlığın enginliği Kadir’i mesut eden tek şeydi. Bir serçenin yuvası neyse, karanlık da Kadir için oydu. Kadir ağacın altındaki bu karanlıkta bir matem, bir hüzün bir hazan karanlığı yaşamıyordu. Tam aksine ümit karanlığı, umut karanlığı, mazi-an-ati karanlığı yaşıyordu. Bu karanlığın beyaz bir karanlık olduğunu çoğu insan bilemezdi. Ne kadar derin, ne kadar engin bir karanlıktı, bu karanlık ve Kadir’e kendini bulduran bu engin karanlık. Bu karanlık Kadir-i bir karanlıktı.

Karanlığın, yalnızlığın ve düşüncelerin içinde zindandaki bir mahkum gibiydi ama özgür bir mahkum, Kadir. Karanlık bir zindan, cezaevi ya da mapushane değil, özgürlüğünün cennetiydi. O karanlıkta özgür ve tutukluydu. Düşünceleri özgür ve canlı olduğu için  özgür ve canlıydı, karanlıkta. Hatta karanlık bile canlı ve özgürdü. Ölümün kol gezmediği, şeytanın  karanlıktan korkup kaçtığı ve Azrail’in, karanlıkta tanımadığı için ona yaklaşmadığı ama ilmin temsilcisi Cebrail’in yanından ayrılmadığı bir karanlıktaydı. Kadir ölümü yokluk saymadığı için ölümü temsil eden karanlıktan korkmuyordu.

Kadir’in karanlığı, güneşin veya ışığın yokluğundan oluşmuyordu. Yangın veya ateş öncesi ve sonrası etrafa yayılan siyah is gibi,  gönül ateşinde oluşuyordu. Gönlü yandı, bitti kül oldu ve şimdi simsiyah. İşte onun karanlığının sırrı. Aşkla yanan ve sönen ateşin karanlığı. Bu karanlığın bir adı vardı; “gelin gecesi”. Hayatın tabiatın aşkını insan aşkında bulan Kadir, gelin gecesinde gelin gibi süzülüyordu.

Evrenin tavşan deliğini Kadir, yaşadığı ağacın kökünde bulmuştu, sanki. Aklı ve adaleti hülya, sevgi ve hikmetle sarıp sarmalayan Kadir, bir mabedin kutsal kapısının nöbetçisi gibiydi ağacın altında. Bu kapı sanki, ölüm ve ebediliğin kapısıydı.

​Kadir gözlerini kapattığında, çocukluğunda gördüğü ilk rüyayı hatırlamış gibi gözlerini tekrar açardı. Hayatın tabiatın aşkını insanda bulan Kadir, ezan sesini gönlüyle dinlerdi, hep. Duanın sevgilisi olan ezanı, tabiki kalbiyle dinlerdi. Acıma bilmeyenlere acıyan, kim kalmıştı ki dünyada? Kadir’den başka. 

Göklere uzanan ağacın altında bir huzur, teselli ve ümit abidesi gibi dimdik duruyordu Kadir. İliklerine kadar bahtiyar dururken onu görenler zavallı kimsesiz bir evsize bakar gibi bakıyorlardı. Halbuki  Kadir Tur-u Sina’ nın sahibi kadar zengindi.

Kadir ruh sırlarını çözmüştü. O nedenle ruhunu ilahi bir ilhamla doldurmuştu. Kadir sonsuzdaki dostu bulduğu için sessizliği seçmişti. Kadir’in ona  ruhunun var olduğu öğreten şuuru, onu bir ateş paresi gibi sarmıştı.

Kadir’in dinin mecnunu Yunus-i, aşkın savaşçısı Fuzuli-i ve milletinin hizmetkarı Akif-i bir duruş sergilediğini, kimse anlamıyordu. Sufilerde olan sessizliği ve yalnızlığı bundandı. Kadir tek bir adam değildi. O ruhunun hasretini çeken bütün bir insanlıktı.

 

Ölmüş adam sözleriyle yaşar

Ölümden daha yüce özgürlük yoktur.

Önce toprağındaki asaleti sonra insanın asaleti bozuldu.

 

Bir otuz bir mart sabahında Çağlayan insanı çınar ağacında ipekten iplerlerle asılmış bir pankart daha gördü. Şu cümleyi yazmıştı Kadir; “burası benim cihat toprağım, ahret fetih ülkem”. O sabah bu cümleyi niçin yazdığına kimse bir anlam verememişti.

Kader bu ya, birgün yüz çizgilerinden iradelerinin felç olduğu belli olan iki kişi Çağlayan’da, Kadir’in yaşadığı ağacın bulunduğu caddede karşılaşmışlar. Kurtlaşan ve kuduran bu iki insanın ölümün sırrını bilmedikleri her hallerinden belliymiş. Zulüm yağmurunun sahibi olan bitik bu insanlar, Çağlayan’a nerden ve nasıl gelmişlerdi, hiç bilen yokmış. Bunlar ki aşkı olmayan, insana, düşman insanlarmış. Nefret ve kin yığınlı bedenleriyle gelen bu insanları Çağlayan esnafı ilk kez görüyormuş. Kimdi bu ruhu sefil insanlar? İdeal avcılığı ile avlanmış zavallı, korkak kişilerdi bu adamlar besbelli ki. Merhametin tanrı’ sı bu adamlardan elini eteğini çekmiş ve yüzlerinde nur kalmamıştı. Kafalarının içinde tilki kalplerinde yılanlar dolaşıyordu, sanki. Kendi vahşi doğalarına gelmiş gibiydi bu adamlar. Çıban bakışlı yılan başlı bu iki insanı gören köpekler bile havlayarak sokağı terk etmişler. İkisi de çıngırak takmış katırlar gibi soluyorlarmış. Kimler çevirmiş bunların kalplerindeki balı, zehire. Bu halen herkesin bildiği bir sır gibi saklıdır. Bu hal ki hem tanrının kalbinden hem insanlığın kalbinden kovulmuşların halidir, biliyoruz. Bu hal, cehennemi bir karanlıktan gösteren bir haldir.

Ruh aleminde hem kendisiyle hemde başkalarıyla kavga eden adamlardı bu insanlar. O yüzden Ruhlarında samimiyetten eser kalmıştı. Ruhları esir eden bayağılık çemberinde fırıl fırıl dönüyorlardı. İnsanlıktan uzaklaşıp basamak basamak hayvan ve nebatat  hayatı yaşayanlara dönmüşlerdi. Ruhlarındaki vefasızlık onları eylem adamı yapmış besbelliydi. Cehennemin kapısındaki zebaniler onları yetiştirmişti. O yüzden hortlaklara benziyorlardı.

Binlerce kurşun attılar ve attıkları kurşunlardan biri Kadir’in göğsüne isabet etti. Kadir’in siyah cübbesi kana boyandı. Hak davasının büyük ruhu yere düşmüştü. Kadir, hakikatin sonsuzluğuna doğru yürüdü. O gün ufka uzanan ağacın tepesinde neşeyle fısıldayan rüzgarlar  bile susmuştu. O günden beri Kadir’in darağacında asılı duran kanlı gömleğinin içindeki zihni ve kalbi, kırmızı siyah rengiyle etrafa sessiz rüzgarlar eşliğinde gelincik kokusu salıyordu. Ve en sonunda güneş uzaklardaki ufkun arasında kayboldu, her yer karardı. Tabutunun örtüsünde kimin yazdığı bilinmeyen şu cümle dikkat çekiyordu: ‘Hazretü’l Savcı el-fadıla’. Ve Kadir yine bir ağacın gölgesinde geceleri karanlıkta sonsuz yıldızlarla sonsuza dek göz göze.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

boyacı memet

Yeşil Yol