Nihat
Prof. Dr. Zekai Özdemir
Sümbüli bir hava vardı sanki. Ihlamur ağaçlarının kokusu İstanbul’u sarmıştı yine ve yine yalnız bir adam aheste aheste bastonun ucuna basa basa yürüyordu. Adam belli istanbul kadar yaşlı, adam İstanbul kadar ıhlamur kokuyordu. Kaç zamandır yürüyor bilinmez ki? Belli olan bir şey daha vardı; ihtiyarın gönlü üzüntülü, içi sıkıntılıydı. Yüzü bir mezar taşı gibi soğuktu. Bayrampaşa çarşı meydanından geçerken bütün esnaf bütün kahve ona bakıyor ve iç çekiyor “zavallı adam, günden güne eriyor” diyorlardı. İhtiyar başını yerden kaldırmadan yavaş yavaş ve bazen bir iki dakika dinlenerek yürüyordu. Onu gören Çarşı’nın köpeği Çomar bile yol açıyor, o bile acı acı ihtiyara bakıyordu. Dışı sakin içi feryat dolu çarşımeydanındaki ağacın gölgesine yorulunca oturur sonra yine yoluna devam ederdi.Bu merasim her hafta perşembe günleri yapılırdı.
Sivas’da doğduğu söylenen Nihat Balat’ta büyümüştü. Dedikoduya göre; ANNESİ Nihat’ı cami avlusuna bırakmış oradan da kimsesizler yurduna caminin imamı götürmüş ve on sekiz yaşına gelince yurttan çıkıp İstanbul’a gelmiş. Yetmiş yaşlarına merdiven dayamış bu ihtiyar çok garip olan hayatını ağacın gölgesinde kendi kendine konuşarak anlatırdı. İşte yine öyle yaptı ve hayatının bir yerinden anlatmaya başladı:
“Çocuk yetiştirme yurdundan kaçıp bir ekmek fırınında çalışmaya başladım. Hem fırında çalışıyor hemde orada yatıyordum. Günler haftalar çalıştım. Derken bir gün fırın sahibin üniversitede okuyan oğlu lüks arabasıyla geldi. Babasından para alırken Nihat’a da "arabamı yıka" dedi. Aynı yaşta iki çocuk biri tepede biri çukurda diye düşündü.O günden sonra Nihat’ın kafası gönlü karıştı.Gözleri gördükleri karşısında alev alev yanıyordu.
Sakin sakin duran muhakemesi büyük bir makine gibi harıl harıl çalışmaya başladı. Zihnine gelenlerle mücadele etmek makineyi daha hızlı çalıştırıyordu. Beyninde binlerce savaş topu patlıyordu. Bir tarafta çalma, diğer tarafta fırında un torbaları üzerinde uyuma vardı. Zengin olma hırsıyla dürüst kalma arasında bir tahtaravelli kurmuştu. Bazen biri bazen diğeri ağır basıyordu. Ar dünyasıyla kar dünyası arasında kurulan köprü üzerinde sallanan Nihat, ya miskinler tekkesi fırında ya da bir konakta yaşamalısın diyen bir ses duydu. Kulaklarını kapatsada beyninde bir vehim çığlığı gibi bu ses duyuluyordu. Gece ve gündüz de artık karışmıştı. Nihat ne yapacağını şaşırmıştı. Babasının yani kendi parasını çalan haylaz bir oğul ve onu gören kimsesiz evsiz yurtsuz fakat namuslu Nihat.
Açlık, kıtlık ve ölüm üçgeninde Nihat tokluk, bolluk ve ölüm çemberinde olan fırıncının hırsız oğlu. Nihat, kötülük, fenalık ve terbiyesizlikle dolu bir hayatla sakin sade mütevazi bir “sırat köprüsünü” aklı ve gönlü arasında inşa etmişti. Riyazi sukütü bir hayatın duvarlarını yıkmak ve duvarsız sokaklara çıkmak arasında bocalamak Nihat’ı çok yormuştu. Beyni ve kalbi arasındaki bu savaşı kim kazanacaktı, bilinmez ki? Hayatı ikilem olmuştu.çektiği cefa ve sürdüğü sefalar arasında iki ruhlu adam, Nihat. Ruhunun biri betbaht diğeri bahtiyar.
Nihat ömrünün son günlerinde cezaevinden çıktığı Bayrampaşa'ya yerleşmiş ve her perşembe aşık olduğundan değil aşktan korkan biri olarak tenha sokakları geziyor, ücra kahvelere arada bir uğrayıp verirlerse bir çay içiyordu. Ve dahası gel zaman git zaman parasızlığa, eski elbise giyinmeye alıştı ve artık onun için hayat yoksulca yaşamak olmuştu. Gezdiği her yer baldırı çıplaklar, ipten kurtulmuş suçlularla doluydu.
Nihat Çınar’ın altında bunları düşünürken, ilk kötülüğü yaptığı geceye daldı...
Patron gitmişti. El ayak fırından çekilmişti. Betbaht ruhu karanlıkta dolanmaya başladı. Nihat onu gördü ve başını elinin arasına koydu. "Kasadaki parayı al ve git burdan, bir daha gelme" diyen betbaht ruhu, Nihat’ın beynine ve kalbine hükmetmeye başlamıştı. Suç cinleri pompaladıkları vehimlerle işleyecekleri günahın günah olmadığını Nihat’a inandırmışlardı. Nihat’ın gel-gitlerle dolan beyni ve gönlü hummalı bir ateşe dönüşmüştü. Ter içinde kalmış boncuk boncuk ter dökmeye başlamıştı. Çelişki yumağıyla kılıç oynamak ne zordur, bilirsin. Nihat, gecenin zindanında kalmış, konuşan ruhuna savaş açmak istiyor fakat gücü yetmiyordu. Ruhu onu ezdikçe ezildi ve nihayet Nihat yenik düştü. Ayağa kalktı eşyalarını topladı ve para dolu kasaya doğru adım attı. Kasaya tam gelmişti ki, betbaht ruhunun kasanın üzerinde ona sırıtarak baktığını gördü. Kasayı açmak için eğildiğinde betbaht ruh üzerine çöktü ve ondan aldığı güçle kasayı açtı. Paraları çamaşır torbasının içine acele acele koydu ve kasayı kapatıp, merdivenlerden aşağı indi. Bedbaht ruhun yolunu aydınlattığına inanarak ümitle sokağa çıktı. Gün henüz aydınlanmamıştı. Sırtında torbasıyla arkasına bakmadan otobüs terminaline doğru yürüdü. Tam otobüs terminaline gelmişti ki, sabah ezanları minarelerden duyulmaya başladı. O an adımlarını hızlandırken, bahtiyar ruh sanki ona minareden “ne yaptın, Nihat, ne yaptın” diyordu. Kulaklarını kapamak istesede beynini bu ses karıncalarken gönlü melenkolik bir kırgınlığa düştü. Ezan bittiğinde bileti almış ve ilk otobüsle İstanbul’a doğru yola çıkmıştı. Arkasında sadece SİVAS’ı değil bahtiyar ruhunuda bıraktığını sanarak uyumaya çalıştı.
Uyandığında gün ışımış ve otobüs akdağ madeninde çay molası vermişti. Nihat arabadan inerken nasıl bir çukura indiğini hiç düşünmüyordu. Birden bahtiyar ruhun o nidasını duydu; “ ne yaptın Nihat, ne yaptın”. Duymamaya çalışsa da anladı ki bahtiyar ruh düşündüğü gibi Sivas’ta kalmamış o da otobüsle buraya kadar gelmişti. Çayını yudumlarken lokantadaki yolcuları göz gezdirdi. Hepsi birbirine yabancı ama aynı yolun yolcularıydı. O an bahtiyar ruh küçük bir çocuğun omuzuna kondu ve döndü Nihat’a dedi ki; "çocukken bu çocuk gibi çok saf ve temizdin". Nihat bahtiyar ruhun kendine iğrenir gibi bakmasından önce rahatsızlık duydu ama bahtsız ruhu daha ağır basarak, bahtiyar ruhun önünü kapattı. Bahtiyar ruhunu kayıp etmek üzereydi. Bahtsız ruhun tehlikeli felaketlerinin tehditi altında zaten fazla dayanamazdı. Otobüse tekrar bindiler. Lokantanın önünde biri Nihat’a el sallıyordu: bahtiyar ruh. Koltuğuna oturdu Nihat ve derin derin düşünceye dalmıştı ki uykusu geldi ve uyudu. Otobüs İstanbul terminaline geldiğinde uyandı. Torbasını aldı ve indi. Nereye gideceğini bilmeden vapura bindi. Vapurda uzun uzun bir denizin bir gökyüzünün mavisine baktı. Yüreğinde acı bir önsezide kalmamıştı. Bahtsız ruh o kadar Nihat’ı sarmıştı. Hiç bilmediği bir yerde hiç bilmediği işlere gireceğini dahi his etmedi, Nihat.Büyük taş bir kulenin önünden vapur geçerken, nedenini bilmediği bir sıkıntı sardı benliğini. Kıyıya yaklaştığında vapur, Nihat’ta kötülüğün içine düştüğünü fark etmemişti.
Nihat sustu ve kendini Balat diye bir semte buldu. Akşama kadar Balat’ın dar sokaklarında gezdi durdu. Akşam olmuş, yatacak yer olarak bir dökük eve girmişti. Gece kararınca kendi gibi evsizler doldurdu, dökük evi. Bütün konuşmaları duymuş ama hiç konuşmadan dinlemişti. Nihat bir kaç gün sonra bu ekibin bir bireyi olmuştu. Gündüzleri İstanbul’un erguvani kızıllığına alışmıştı Nihat. Duygusuzlaşan Nihat, yurtta süt verdiği kedilere bile tekmelemeyi öğrenmişti. Boyasız masanın etrafında toplanan arkadaşlarına torbasındaki paradan bahis etmeden, açlıklarını nasıl gidereceklerini konuştular ve sonunda hırsızlık yapmaya karar verdiler. Nihat’ın faziletini kayıp eden bahtsız ruhu bataklığa saplandıkça saplanıyordu. Nihat sadece kötülük değil kötülüğün hilesine ulaşmıştı. Nihat yarasının içinde açtığı yaranın acısını dahi duymayacak kadar hile ve kötülüğün zirvelerine ulaşmıştı. Ve hırsızlığı gerçekleştirdiler, yüklü bir para kaldırdılar. O günden sonra Nihat ekibin lideri olmuştu. Daha Türkçesi Nihat’ın bahtsız ruhu bahtsız bütün ruhları yöneten bir lider olmuştu. Nihat’ın ekibi bir gün hırsızlık, bir gün darp bir gün eroin ticareti yapıyor, bir gün kiralık katil oluyorlardı. At yarışları onlarda, çek senet işleri Nihat’ın ekibindeydi. Nihat’ın bahtsız ruhu hayalindeki hayata kavuşmuştu. Boğaz’da villalar, kapıda son model araçlar, şöförler, boyu on iki metreyi bulan yatlar. Bir tek Kaf dağının arkasında yaşayan dev padişahın peri kızı eksikti, Nihat’ın hayatında. Nihat kendine bu zenginliği kendine bu mutluluğu veren bahtsız ruhun esiri, kölesi olmuştu. Bahtsız ruhta en az Nihat kadar mutluydu.
Artık Nihat suç ve ceza arasında gelgitler yaşamıyordu çünkü kavga edeceği bahtiyar ruh, “mola” yerinde kalmıştı. Belki de ölmüştü, bilinmez ki. Biliyor musunuz, bahtsız ruh Nihat’ı katil bile yapmıştı. Hırsızlık için girdikleri villanın hamile hizmetçisini öldürmüştü de hiç acı hissetmemişti, Nihat. Yurt dışından gelen garip guraba genç kızları erkeklere pazarlama işine de el atan Nihat, artık yeraltı dünyasının önemli bir adamı olmuştu. Denizden getirdikleri kaçak silahları depoya götürürken baskın yiyen Nihat’ın ekibi polis tarafından yakalanmış ve Nihat cezaevine konmuştu. Cezaevi karanlık, cezaevi loş, cezaevi kir, cezaevi mezarlıktı.
Cezaevine girdiği gün Sivas’taki kimsesizler yurdu aklına geldi. Cezaevi düşüncelerin düşünülmeye başladığı yer. Cezaevi Nihat’ın bahtsız ruhu ile bahtiyar ruhun tekrar konuşmaya, tekrar kavga etmeye başladığı yer. Nihat şaşkın Nihat kendi içine tekrar gömmülmüştü çünkü bahtiyar ruhunun cezaevinde bulacağını hiç beklemiyordu. Nihat cezaevinde ufkun nihayetinin karanlık mı yoksa aydınlık mı olacağını bilmeden günlerini geçirmeye çalışıyordu. Beynindeki uğultu zaman zaman saka kuşunun ötüşüne zaman zaman baykuşun ötüşüne benziyordu. Yine yakmadan kavuran bir ateş yıkmadan sallayan depreme dönüşmüştü beyni. Nihat’ın beyninde kır kokulu bir rüzgar ile ter kokulu bir fırtına arasına sıkıştıkça sıkışıyordu. Beyninin içinde çılgınca nara atan martılardan yosun kokan deniz mavisinin arasında yüzmeye çalışan Nihat cezaevinin duvarının dibine çöktü ve kaldı. Bir süre sonra cezaevi imamı akşam ezanını okuyordu ki Nihat kendine geldi. Uzun yıllardan sonra Nihat’ı ezan, ilk duymuş gibi heyecanlandırdı. Kalktı ve abdest alıp cemaate yetişti. Namaz bitti fakat Nihat mescitten çıkamadı, orada kaldı. Ve yine beyni ile gönlü arasında savaş başladı. Nihat ne yapacağını bilmiyordu. Esaretten özgürlüğe mi yoksa özgürlükten esaretemi çıkacağım diye sabah etti. Beynine takılı bahtsız esaret zinciri öyle sağlam kilitlenmişti ki Nihat’ın bu zincirleri kırması çok ama çok zordu. Nihat’ın beyni Malta korsanlarının eline düşmüştü sanki. Nihat zincirlerinin nasıl çürüyeceğini veya nasıl eriyeceğini düşüne dursun, bahtiyar ruh mescidin içinde Nihat'ı seyrediyordu.
Cezaevinde yattığı kaçıncı yıldı, Nihat onu dahi hatırlamıyordu ki, bir cuma gecesi rüya gördü. “Rüyasında üzerinde ölüsü bulunmayan musalla taşının önünde Nihat cenaze namazı kılıyordu. O an öldürdüğü hizmetçi kadının beyazlar içinde bebeğine süt verdiğini gördü. Sonra bebek annesinin memesinden dudaklarını çekti ve ağzındaki sütü Nihat’ın yüzüne fışkırttı. Süt Nihat’ın yüzüne değdiği an, kıpkızıl kana döndü.”
Nihat kan ter içinde uyandı ve yatağının içinde yıllardır yapmadığı şeyi yaptı ve ağlamaya başladı. Ellerini yüzüne kapattı, hıçkıra hıçkıra ağladı, ağladı, ağladı. Nihat’ın ruhunda gizli ve teselli kabul etmez bir matem bu rüyadan sonra başladı. Koğuşundaki diğer bahtsız ruhlar cesaret edip liderlerine ne olduğunu dahi soramadılar. Nihat o günden sonra feryat ederek ağlıyor ve koğuşu uyutmuyordu. Sonunda cezaevi müdürü onu bir hücreye kapadı. Hücredeki ilk gününde hücre duvarına şunları yazdı;
Kara Gecenin Gölgesi
Ve yine bir Mart akşamı. Rüzgar şiddetli mi şiddetli esiyor. Mart akşamlarının soğuğu bu korkunç rüzgarla birleşince gecenin sadece karanlık değil aynı zamanda soğuğununda ürkütücü olacağı besbelliydi. Besbelli ki bu gece çok sıkıntılı bir hava ve gecede havanın sıkıntısıyla daha karanlık daha vahşi bir gece olacaktı. Kamersiz gecelerin karanlığının koyu ve sıkıntılı olacağını ninesi hep söylemişti. Miniminnacık evin miniminnacık odasında sac sobanın içi odunla dolu olmasına rağmen dışarıdaki rüzgarın vahşetinde yanmıyor hatta duman miniminnacık evin miniminacık odasına doluyordu. Oda her ne kadar bu isten dolayı gece kadar kara olmasa dahi onun yüzünden simsiyah olmaya başlamıştı. Nihat odanın kapısını açsa soğuk olacak açmasa dumandan boğulacaktı. Gecenin ve havanın vahşiliği odaya öyle sinmişti ki ne kapıyı açabiliyor, ne dışarı çıkabiliyor Ne de odada oturtabiliyordu. Duman duman üstüne bindikçe Nihat'ın duman altı oluyordu. Gecenin vahşiliği gözlerinde sanki kabus gibi gölgelenmişti. Size uzak bir rüya gibi geliyor, bu rüzgar bu karanlık. Bağıran rüzgar ile haykıran karanlık kimin rüyasına girerdi ki? Katran kokulu bir gecenin sabahında kim uyanmak isterdi ki?
Karanlık gecenin vahşi rüzgarla sohbeti taa uzaklardan duyuluyor ve duyanlar duymamak için yorganı iyice başlarına çekerlerdi. Yorganın altında karanlık gecenin vahşi rüzgara birbirimize ne kadar yakışıyoruz dediği düşünülür ve yorgan daha çok çekilirdi. Hele Nihat yalnız yaşadığı miniminacık evinin miniminacık odasında sadece yorganı değil battaniyeyi başına çekip iki vahşinin soğuk konuşmalarını hiç duymak istemiyordu. Ha hatırladı; bir kez karanlık gecenin vahşi rüzgara mürtezanın miniminnacık çatısı uçur demişti. İşte o günden sonra Nihat komşularından daha çok korkak olmuştu, bu vahşilerden.Tıpkı Cahit Sıtkı'ın dediği gibi en vahşi rüzgar Nihat'ın taaa içinde esiyor ve gecenin en karanlığını Nihat seyir ediyordu.
Nihat karanlık gece ile vahşi rüzgarın konuşmalarını kendi içinde ki karanlık ve fırtınanın sohbetine benzetiyordu. Doğa ve insan arasındaki bu benzemeyi düşünmeye başladı. Doğa kemale nasıl bu karanlık ve vahşi haliyle ulaşmış ise insan da iç dünyasını öyle kemale ulaştırıyor dedi, kendi kendine. Ne Nihat, ne gece, ne rüzgar gizliden gizliye yakaladıkları sırrı açık etmiyorlardı.
Nihat dargın ve soluk içi yaş dolu gözlerle mahzun mahzun odasında kendini arıyordu. Tıpkı karanlık gecede yıldız, tıpkı vahşi rüzgardaki toz zerreciği gibi. Yıldız kendini bulduğu için parladı "ya toz, ya ben" dedi içinden Nihat. Birden dudaklarından fakülte yıllarından kime ait olduğunu unuttuğu şu mısra ile irkildi; bu rüzgarlar benim taaa içimden geçer. Sonra. Sonrası malum; yanaklardan inen soğuk bir su... Bu tevekkül zindanı miniminnacık ev ve oda onun en özgür olduğu yerdi. O nedenle burada mesut değil, bahtiyardı. Sessizce bağırıp isyan ettiği ve kendini bulduğu hücre. Yani gölgelerin ve gölgesinin olmadı hücre. Gecenin gölgesininde kendisinin yani Nihat'ın olduğu hücre.
Şafak söküyordu ezanlar okunuyordu. Nihat miniminnacık penceresinin perdesini açtı ve gördü ki güller uyanıyor bülbüller ötüyor. Dizlerinin üstüne çöktü ellerini kaldırdı ve şükür secdesi etti. Allaha ısmarladık karanlık gece Allah'a ısmarladık vahşi rüzgar dedi.” altına 7 Mart 1954 yazdı. Kendinden sonra bu hücreye gelenlere bir mektup bıraktığını düşündü. Hücrede kaç gün kaldı Nihat bilmiyordu fakat hücreden çıkınca Nihat başka biri olmuştu.
Hücrede Nihat’ın bahtsız ruhu suç işlerken, bahtiyar ruhu ona ceza vermeyi başarmıştı sanki. Suç ve ceza arasındaki köprü insanın ruh asansörü olmuştu da Nihat yeni farkına varıyordu. Ve Nihat kendiyle savaşmaya tekrar başladı. Gözlerini kapadı ve akıl kalemi gönül defterine ruh sınıfında şunları kayıt etti: "ağaçların arasındaki gölge, öksüz bir bülbül, kurumuş bir gül gibi yürüyordu. Dalgın dalgın giden kimsesiz gencin gölgesi de mahzundu. Tıpkı hayali çalınmış çocuğa benziyordu. Yürüdü yürüdü. Akşam güneş batarken gölgeside belirsizleşmeye başladı. Belli ki mesuliyetsiz bir rahata yürür gibiydi. Hatta Azrail’in kanatlarının olmadığı bir hayata. Ne dünyanın ikbali ne ölüm sonsuzluğu ne ahretin cenneti onun hiç ilgisini çekmiyordu. Arif de değildi alim de ama gafillere de benzemiyordu. Derin uykuları ve rabıtasız rüyaları aşmış bir ümmi gibiydi. O öyle bir haldeydi ki, cehennem ateşinden daha ateş olan nadanla sohbet etmekten bile korkmazdı. O öyle bir haldeydi ki, kendini hiddetlendirene dahi hiddetlenmezdi. O öyle bir haldeydi ki, ruhu ruhlar alemine gitmiş olmasına rağmen o ölmediğine inananlardandı.
Günlerden bir gün öyle bir hal içre geldi ki, dalı kırmadı fakat dalın ağacını kökünden söktü. Sükutu yendi. Feryada ulaştı. Kuzu iken, kurt oldu, dut yemiş bülbül iken bülbül olduğunu hatırladı ve sabahlara kadar şakıdı. Fırtına oldu, esti, ırmak oldu, sel oldu. Kaya oldu yuvarlandı.
Bütün bunlar cinnet makamını geçirmiş ve delilik makamına bir adım kalmış olduğunu gösteriyordu. "İçinde şeytani planlar dışında meleksi yalanlar”ı olanların bulundukları makamı ancak o bilirdi. O makamda olanlar, ihtimallerin delillerin anası olduğu çok iyi bilirler ve öylede ibadet ederlerdi. Sonra sessiz secde ederek Tanrı’ya gözlerini kapatarak şeytanı şikayet ederler ve yine karanlıkta olduklarını anlarlardı. Sonbaharda sararmış yapraklar seccadeleri olmasına rağmen onlarda kararmıştı. Hiç gazeller kararır mı? Kararmışlar İşte. Galiba gazellerin de gözleri kapalı. Seccadeleri sarmaşıklar olunca kıbleleri belli belirsiz her yer olmuştu. Kıblesiz secde ve simsiyah perde;işte onlar. Yeni bir dünyada ölmüş gibiler. Ruhdan derin ve öte bir ruha inananlar, kıbleyi de kıbleden öte ve derin bir yön olarak kabul ettiklerinden sararmış her yaprağın üzerinde secdeden daha öte ve derin secde ettiklerine inanırlardı”, tefekkür etti yazdı ve okudu ve Nihat yatağına çıkıp uyudu.
Sabah uyandığında, Nihat zincirleri bu rüyadan sonra küflendiğini inceldiğini ve kırıldığı gördü. Nihat bir tüy gibi hafiflendiğini his ederek sabah çayını yudumladı. O günden sonra güneşi doğduğu tarafa alıp yatmaya başladı. Öldükten sonra dirileceğine inanır gibi cezaevinden çıkacağını düşünüyor ve namazlarını huşu içinde eda ediyordu. Artık Sivas’ın minareli ufkundan İstanbul’un şerefiyeli sonsuzluğuna doğru uçuyordu Nihat. Köprülerde martılar “gel gel" der gibi ötüyorlardı sanki.
Nihat’ın saçları kırlaşmıştı fakat gönlü yetimhanedeki Nihat’ın kalbi kadar gençti, şimdi.
Nihat cezaevinden af ile çıktığı günden beri her perşembe cezaevine gider gün boyu orada kalır sohbetler yapardı.Ve nihayet bir gün Nihat sırlarını ifşa ettiği ağacın altında bir ezgi çalar gibi başladı konuşmaya. Bütün halk etrafına toplanmış Nihat’ı dinliyorlardı.
“Uzaklardan, soluk, bir nefesle çalındığı belli olan zayıf mı zayıf bir ezgi sesi duyuyorum, şimdi. O kadar ki çalan bile belki zor duyuyor ama ben ruh huzurundan başlayan ve kavalın baş paresinden yayılan bu sesin göklere dek yükseldiği taa uzaklardan hissediliyordum. Tavan arasına sıkışan aynalı köyün kavalcısının ruh haline benzemeyen birinin gönül nefesiydi, belli. Ezgi sanki yarım kalmış bir şiir, yok yok daha açık söylemek gerekirse ezgi sanki intiharla biten bir karasevdanın şiirini hatırlatıyordu. Dahası sanki henüz yazılmamış veya yazılmışta kayıp olmuş bir kaderin kitabı gibi belki Nihat’ın bahtiyar ruhunun fısıltısıydı, bu ezgi. Bu ses, savaşta bombalardan yırtılmış sancakların çıkardığı sesti sanki. Sanki kulaklardan yüreklere acı yağıyordu .O kadar içten, o kadar derinden hatta, semadan gelen kutlu bir ses gibi, duyan, durup, pür dikkat dinliyordu. Duyan hem bir aşk hem bir veda busesi gibi bir hisse kapılıyordu. Sadece uçarı bir kalbi titretmiyor aynı zamanda duyanların yüzlerini akça pakça bir kırmızılığa döndürüyordu.
Hayranlıktan bir hayranlığa doğru aşkınlık içerinde durup dinleyenler arasından, biri, Nihat, ayrıldı ve sesin geldiği yöne doğru yürümeye başladı. Kendisini yalnızca kendisinin fark ettiği bir tavırla sesin geldiği yönde kayıp oldu. Sanki ses bu garip edalı adamı yutmuştu. Sanki adam Nihat, sese doğru intihar etmek için atladı ve seste boğuldu. Ses, ölüm sessizliğine bürünmesine rağmen halen duyanlar öbek öbek toplanmaya devam ediyorlardı.Belli ki duyanların iliklerine işliyordu, ezgi. Kanser ilacı almak için eczacının kapısında nöbet tutan hastalar gibi içlerine gömüldüler duyanlar. Tılsımlı sesin inanılmaz bir yumuşaklığı vardı. Duyan kendini koyun postunda uyuyor sanıyordu dedi Nihat. Ve devamla; Göremedikleri ve hatta göremeyecekleri uzak Ufuk'tan gelen adeta büyüleyen bir sesti. Duyanın duyduğu yerde donup kalması bunun deliliydi. Bu garip ses, sadece garipleri, sadece garibanları çekmiyor, her nefes alan bu nefesin yangısında kendisininde yandığını sanıp, dinliyordu. Ve dinledikçe yanıyor, yandıkça seste kayıp oluyordu. Dinleyenler sese mi yoksa sesi çıkaran nefesin sahibinemi büyülendiler veya meftun oldular asırlar geçmesine rağmen halen meçhul. Öyle ki sağırları dahi büyüleyeceğine inanılan bir sesti bu ses. Ezgi, saf ve dalga dalga yükselişi, duyanları yormadığı gibi onların ruhlarıyla ahenkli bir şekilde birleşiyordu. Bilinmez bir yerden gelen ezginin kalp camına vuran nameleri sevgi dolu hatta sonu aşkla biten bir macerayı hatırlatıyordu. Ezgide bir erkeğin ilk, bir kadının son aşkının tadı vardı, sanki. Bu ezgi ara dünyanın değil bütün dünyanın ezgisiydi. Hatta iki dünyanın "sır ortağı" olduğunu söyler gibiydi, ezgi. Renkleri, ışığı ve gölgeleri ortadan kaldıran, ezgi. Duyanlar dinledikçe içlerindeki fıkır fıkır kaynayan engin benlik duygusunun birer birer yıkıldığını gördüler. Benlik duygusu yıkılınca, Ezgi'nin her notası bir merdiven basamağı hayır hayır merdivensiz göklere doğru uzandılar. Hem hayal hem aşk dolu yola merdivensiz merdivenle çıkmanın kolaylığını anlamamak mümkün değil. Sineleri içindeki kalp kulağıyla ezgiyi duyanlar, baş kulak'ını yıllar yıllar önce kapatanlardı. Nihat birden sustu ve sema etmeye başladı, ağacın gölgesinde.
Nihat’ın bahtsız ruhu yanmış kül olmuştu ve Nihat çınar ağacının altında yücelere çıkmıştı.
Diğer günler ise çınar ağacının altında oturur, köpekleri kedileri doyurur, çocukları sever , insanlara sohbet eder. Bazende gözlerini kapar dalar giderdi. Akşam olunca sır olurdu. Mezarlıkta yattığını söyleyenler de vardı, bir caminin duvarında uyuduğunu söyleyen de. Nihat cezaevinde yattığı gün kadar cezaevine gitti, çarşıda sohbet etti ve bir gün sabah namazına gelen müminler musalla taşında upuzun onu yatar buldular. Yanına gittiler ama o uyanmadı;ölmüştü.
Ölüm bir seher vakti gel kapıma
Gece bitmiş gün doğmuş olsun
Ezanlar okunmasın minarelerden
Musallada kimsenin olmadığı an gel
Cemaat olmasın cenazemde
Kimse dualar okunmasın arkamdan
Kuşların kanatlarının kırıldığı an götürsünler beni
Mezarda kabirlerin olmadığı an gel
Gel bekletme beni gel
Vücudum üşümeden gel
Toprağım ısınsın
Gel bekletme beni
Yılanların çıyanların olmadığı an gömsünler beni
Üstümü örtmesinler gün aydın olsun
Ayın olmadığı yıldızların söndüğü an
Gel artık bekletme beni
Yorumlar
Yorum Gönder